Pediatr Int. 2007 Feb;49(1):88-93.
Arpa Boyu Kültür Yazıları
KÜLTÜR-SANAT Hazırlayan: Prof.Dr. Erdem Özkara
ARPA BOYU, sayı:47, Haziran 2012
Merhaba, sıcak yaz günlerini ve tatili yaşadığımız bu dönemdeki sayımızda, tatile uygun olacağını düşündüğümüz yapımları tanıtacağız sizlere. Kitap olarak, deneyimli gazeteci-yazar Cüneyt Ülsever’in son romanı Azrail Aynası’nı inceleyeceğiz. Film olarak ise özellikle görsel yönden etkileyici efektlerle ve üç boyutlu hazırlanmış olan İnanılmaz Örümcek Adam 4 filmini ele alacağız. Sıcak yaz günlerinde ve tatilde iyi vakit geçirmeniz dileğiyle…
BİZ OKUDUK.
AZRAİL AYNASI
Yazan: Cüneyt Ülsever Yayınevi: Doğan Kitap. 1. baskı.
Ülkemizde uzun yıllar yazılı medyada köşe yazarlığı yapan Harvard Üniversitesi’nden doktora sahibi gazeteci-yazar Cüneyt Ülsever, okuyucularının özellikle seveceği bir romanla çıktı karşımıza. Siyaset ve hayat üzerine yorumlara yoğunlaştığı köşe yazarlığı’na ara verdiği dönemi iyi değerlendiren Cüneyt Ülsever son kitabında, biraz daha farklı bir tarzda polisiye-gerilimle okuyucuyu sarıyor bu defa. Ülsever’in okuyucuları; Kara Dul, Hacı!, Topal Devrimci Cinayeti, Hisarüstü Cinayetleri, İtirafçı adlı romanları hatırlayacaktır.
İkizlerin Kaderi de Benzer midir?
Romanlarında okurlarıyla akıl oyunları oynamayı seven yazar, bu romanda da seri katil teması üzerine kurgulamış senaryoyu. Uzun yıllar yaşadığı Amerika’daki deneyimlerini de Anadolu’nun küçük bir şehrindeki alışılmış aile yaşantısını da romana oldukça etkili biçimde aktaran yazar, keskin gözlem yeteneğini bize hissettiriyor. Kütahya’da varlıklı bir ailede doğan ve fiziksel olarak bir birlerine tıpatıp benzeyen ikizlerin yaşam serüveni, tesadüflerle Amerika’ya uzanıyor.
“Her kim ki canavarla savaşıyorsa süreç içinde kendisinin de canavarlaşmamasına dikkat etmelidir. Cehennem çukurunun içine bakarken onun da size baktığını unutmayın.” F. Nietzsche
Romanın kahramanı ikizlerin kişilik özellikleri ise birbirinden farklı görünmektedir. Muzaffer son derece çalışkan, disiplinli ve başarılı olduğu için Tıp fakültesini bitirip, psikiyatrist olmuştur. İkizi Zafer ise zeki olmasına karşın kurallara uymakta zorlanıp, liseyi zorlukla bitirmiş ve sorumluluklardan kaçarak yaşamıştır. İkizler arasındaki Anne karnında başlayan birliktelik farklı bir ilişkiye dönüşerek ömür boyu sürer. Artık birinin kaçıp diğerinin kovalandığı ama hangisinin av olduğunun çok zor anlaşıldığı bir ilişkidir bu.
Kimi boy aynasına bakar, kimi dev aynasına kimi Azrail aynasına…
İstanbul’da işlenen cinayetler bir anda polisin dikkatini çeker! Kurbanlar birbirine benzer tipte kadınlardan oluşmaktadır ve hepsinin de cinsel organı bir cerrah titizliğiyle kesilmiştir. Mesleğine tutkuyla bağlı polis ekibi cinayetler arasındaki benzerlikleri görünce bir seri katilin varlığından kuşkulanır ve onu yakalamak için bu alanda çalışan bir psikiyatriste başvurur. Bir süre sonra polisler şu soruyu sorar: Acaba bu psikiyatrist onlara yardım mı etmektedir yoksa yanlış yerlere mi yönlendirmektedir?
Biraz Kütahya, biraz Newyork, çokça da İstanbul’da geçen bu romanı, sıcak yaz günlerinde bir solukta okuyacağınıza inanıyorum. Okuduğunuzda Azrail Aynası teriminin anlamını da öğrenmiş olacaksınız…
Erdem Özkara
Biz İzledik.
İNANILMAZ ÖRÜMCEK ADAM (The Amazing Spider-Man 3D)
Yönetmen: Marc Webb
Oyuncular: Emma Stone, Stan Lee, Andrew Garfield, Meagan Good, Chelan Simmons, Sally Field, Martin Sheen, Embeth Davidtz, Denis Leary.
Yapım: 2012 - ABD Süre: 180 dakika
Tür: 3 Boyutlu, Bilim Kurgu, Aksiyon, Fantastik, Gerilim,
Zengin hayal gücünün ürünü süper kahramanları çocukluğumuzda dergilerden izlerdik. Birçoğumuza da okumayı sevdiren bu fantastik kahramanlar olmuştur. Belki de çocukluğun henüz kalıplaşmamış düşünce tarzına daha uygun olduğu ve kötülere karşı savaşan, iyilerin dostu bir kahramanın insana güven vermesi nedeniyle de sevdik o hayali kahramanları. Süpermen, Kızılmaske, Batman, Örümcek Adam bunların en bilinenleriydi. Bu çizgi romanlar o kadar sevildi ki filmleri yapıldı defalarca. Bu filmlerin de sevilmesiyle devam serileri geldi. Ünlü Marvel karakterlerinden olan ve 2001 yılında gösterime giren Örümcek Adam filminden sonra, üç devam filmi çekildi. Yapımcı Sam Raimi filmlerin yapımcılığından ayrıldığını açıkladıktan sonra Tobey Maguire da ayrıldığını açıkladığında, serinin devamı tehlikeye girse de, Sony Pictures yaptığı açıklamada Sam Raimi Örümcek Adam serisinin bittiğini belirterek yeni çevrim yapacağını açıkladı. Bunun ardından yeni Örümcek Adam olarak Andrew Garfield'ın seçiminden hemen sonra filmin çekimleri başladı. Ve seri başka bir yorumla devam etti. İşte inceleyeceğimiz film de yeni seri devam filmlerinden biri. Örümcek Adam(Spider-man) adını alan Peter Parker’ın öyküsü bu defa başka bir açıdan anlatılıyor.
Kahramanlar da terk edilir!
Gerçek ailesi tarafından terk edilmiş dayısı ve yengesinin büyüttüğü Peter Parker, lise çağında bir gençtir. Ergenlik döneminin sorunları, geçmişindeki karanlık bölgeler ve bir kaza sonrası edindiği yetenekler ve kanun adamlarının ona bakışı Peter Parker’ı derin çatışmalara sürüklemektedir. Hatta öyle ki bir ara kahraman değil suçlu durumuna bile düşmüştür.
Filmde olağan aile yaşantısına özenip böyle bir ilişki yaşamak isteyen kahramanın düştüğü açmaz da vurgulanmakta. Hatta bu açmazı yönetmen öyle işlemiş ki sevdiği kızın babası neredeyse bizim Anadolu insanı gibi “Benim Örümcek Adama verecek kızım yok, normalleşmeden bize gelme” mesajını veriyor. Bu bir fantastik, kurgu roman ama yaşamın gerçekleriyle de harmanlaşmış. Benim gibi görsel efektlere meraklıysanız üç boyutlu çekilmiş bu filme bayılacaksınız. Öykünün bazı bölümlerinin biliniyor olması çok önemli değil, seyir keyfi gerçekten çok iyi. Zengin efektlerle süslü filmde, oyuncular Andrew Garfield(Örümcek Adam) ve sevgilisi rolündeki Emma Stone’da rahatça izleniyor.
Derin mesajlar beklemeyin…
Filmi izlerken hazırlayanların her bir sahne için verdikleri emeği düşünmeden edemiyor insan. Çocukluğunuzda okuduğunuz fantastik kahramanları sevdiyseniz, az da olsa sosyal mesajlar da veren hatta bunlarla hafiften dalga geçen ve görsel bir şölen tadındaki bu filmi izlemenizi, verdiği keyfi yaşamanızı öneririm. Uyarmadan edemeyeceğim derin sosyal mesajlar, felsefi öğretiler arıyorsanız başka filmlere alalım sizi. Bu filmi tatilde biraz kafa boşaltmak isteyen yetişkinlere ve gençlere öneriyoruz. İyi seyirler…
Erdem Özkara
ETKİLEYİCİ FİLM REPLİKLERİ:
-“Bu hayatta önemli olan ne umduğunuz ya da ne hak ettiğiniz değil, önemli olan ne aldığınız.”- Magnolia
-“Alkolü bırakıyorum. Şerefine içecek insan kalmadı.” - İstanbul Kanatlarımın Altında
-“Kaybedecek bir şeyinin kalmaması, özgürlük galiba.” – Kaybedenler Kulübü
KÜLTÜR-SANAT- Hazırlayan: Prof.Dr. Erdem Özkara
ARPA BOYU, sayı:46, Mart 2012
Merhaba, baharın verdiği enerjiyle hayata daha farklı baktığımız bir dönemde yeni bir sayıyla karşınızdayız. Bu sayıya özgü olarak formatımızı biraz değiştirdik. Bu değişikliklerden ilki, eskiden ara sıra yaptığımız gibi yine bir okuyucumuzun yazısını almamızdı. Bir başka değişiklik olarak da kitap yerine film eleştirilerinden oluşturduk bu defa sayfamızı. Bunun nedeni, Oscar ödül törenlerinin ardından insanların filmlere ilgisinin artması. Ayrıca ödül almasa da bazı filmler vizyona girdiklerinde seyirciyi avucuna alıp, izlenme rekorları kırabiliyor. Buna örnek olarak çok izlenme rekoru kıran “Açlık Oyunları(The Hunger Games)” filmini değerlendirdik. Bu filmi ve aynı adlı kitabı büyük bir ilgiyle, bir solukta bitiren bir okuyucu-izleyicinin yorumunu aktaracağız size. Arpaboyu’nun sıkı takipçilerinden 13 yaşındaki bir ilköğretim öğrencisinin(İrem Özkara) gözünden bakacağız bu filme. Onun yaptığı film eleştirisini aslına sadık kalarak, yalnızca dergi formatına uygun hale getirmek için küçük düzeltmeler yapmak kaldı bana. Okuyucularımızın katkılarını beklediğimizi yineleyelim. Bunun yanı sıra vizyona önceden girmiş olan filmler içinde de bize göre etkileyici olanlardan birini seçtik: “Yolcular(Passengers)” filmi. Bu filmde ölüm ve sonrasının bilinmezliğine farklı bir yorum katıyor yönetmen Rodrigo Garcia. Özellikle son zamanlarda sıkça dile getirilen “Arafta kalma” deyiminin nasıl olabileceğini sorguluyor ve görsel açıdan çok çarpıcı biçimde aktaıyor izleyiciye. Filmi seçmemizin nedeni de bu zaten. Konuya meraklı izleyicilerin çok beğeneceğine inanıyorum. İyi seyirler…
BİZ İZLEDİK
(The Hunger Games)AÇLIK OYUNLARI
Yönetmen: Gary Ross
Oyuncular: Jennifer Lawrence, Josh Hutcherson, Liam Hemsworth
Tür: Aksiyon,Dram,Bilimkurgu. ABD Yapımı
Daha öncede çocuklara hitap eden, fantastik kitaplar yazıp yine bestseller olmayı başarmış Suzanne Collins bu sefer çok değişik bir şekilde hitap etti okurlarına. Kitap o kadar beğenildi ki hemen filminin yapılmasına karar verildi. Bu sayıda çok satan bu kitaptan aynı adla senaryolaştırılan ve izlenme rekoru kıran “Açlık Oyunları” filmini ele alacağız.
Şans Her Zaman Sizinle Olsun…
Filmin konusu kısaca şöyle: Bir zamanlar Kuzey Amerika’da(Panem) yaşamakta olan 13 mıntıkadan, 13. Mıntıka, hepsinin bağlı olduğu Capitol’e karşı bir isyan çıkarınca,bu isyan Kuzey Amerika’yı yerle bir ederi. İsyanı zar zor bastıran Capitol, bunun bir daha yaşanmaması için 13.mıntıka’yı yok ederek, her yıl her mıntıka’dan 1 kız 1erkek 12-18 yaş arası gençlerin alınıp, 24 kişi ile bir arenaya götürülüp ölümüne mücadele ettirilmelerini uygun görmüştür. Bu arenadan 1 kişi sağ çıkacaktır ve bu oyunlar Panem’in dört bir yanında canlı olarak yayınlanacaktır.
Yalnızca en iyi olanlar yaşayabilir…
Bu yıl 74.’sü düzenlenecek olan geleneksel açlık Oyunları’nın toplama gününde adı ilk kez kuraya atılacak Prim’in korkuyla attığı çığlık ile oluyor 12.mıntıka’ya girişimiz. Prim,narin iyi yürekli 12 yaşında bir kız.Prim’in babası 5 yıl önce bir maden patlamasında ölmüştür,bunun üzerine depresyona giren annelerinin yerini hikayenin baş kahramanı olan Katniss Everdeen doldurmaktadır.Hem bir annelik hem de eve yemek getirerek babalık görevlerini üstlenmiştir Katniss. Katniss ,Prim’in(Primrose) çığlıklarını dindirdikten sonra aslında girilmesi yasak olan bir bölgeye gidip avlanmaktadır.Toplama günü için adalet binası önünde kurulan dev ekran ve bir sahne üzerinde sunuculuk yapan mıntıka refakatçisinin bulunduğu büyük bir alanda tüm halk toplanır.Bu sene de her zamanki gibi Effie Trinket(sunucu),herkesi sanki çok eğlenecekleri bir olay olacakmış gibi heyecanla karşılar,Capitol’ün “Açlık Oyunları”’nın düzenlenme sebebini anlattığı videoyu izlettirir ve törenin en gerici anı olan kura faslını gerçekleştirir.Kurada eğlenceli bir yüz ifadesi ile;”Bayanlar önden.”der ve kızların adlarının bulunduğu cam küreden bir isim çeker ve okur;
“Primrose Everdeen.”
Primrose sahneye doğru yürürken arkalardan bir çığlık duyulur,
“Gönüllüyüm!” bu haykırış uzun boylu kahverengi saçlı bir bayandan gelmişti.”Böylece Primrose’un ablası Katniss açlık oyunları’na katılacak haraç-kurban olmuştur, kardeşini kurtarmak için… Aslında mecburen dahil olduğu bu oyunda Katniss kendi oyununu oynamaktaydı… Bol aksiyonlu, Peeta ve Katniss arasında geçen aşk motifiyle süslü maceranın sonunda bir sürpriz bekliyor izleyenleri…
Daha önce “İki kadın bir erkek”, “Terabithia Köprüsü” ve “Gizemli adaya yolculuk” gibi filmlerde izlemiş olduğumuz Josh Hutcherson bu filmde de Peeta rolüyle ustalığını gözler önüne serenler arasında. Bir diğer isim ise Jennifer Lawrence(Katniss). Daha önce “X-men”, “Winter bones”, “Poker House” gibi filmlerde rol alan Jennifer, oyunculukta ne kadar iddialı olduğunu da bu filmle kanıtlamış görünüyor. Yönetmen Gary Ross geçmişteki başarılı eseri “Yaşamın Renkleri (Pleasantville)” filminden sonra, kitabın ana ekseninden bazen zorunlu olarak uzaklaşsa da bu filmde, hiç yavaşlamayan temposuyla izleyiciyi avucunun içine almayı başarıyor.
Üç kitaptan oluşan “Açlık Oyunları” serisini okuyanların daha bir ilgiyle izleyecekleri, her yaştan izleyiciyi ilgilendiren bu filmi, özellikle genç yaştaki izleyicilerin daha çok seveceğine inanıyorum.
İrem Özkara
İlköğretim 7. Sınıf öğrencisi.
YOLCULAR (Passengers)
Yönetmen: Rodrigo Garcia
Tür: Dram, gerilim. 2008-ABD yapımı
Senaryo:Ronnie Christensen,
Oyuncular:Anne Hathaway, David Morse, Patrick Wilson, Clea Duvall, Dianne Wiest, Andre Braugher
Senarist, yönetmen Rodrigo Garcia, “Anneler ve Kızları”, “Albert Nobbs” gibi yapımlarla dikkati çekmişti. Yönetmen, kariyerindeki görüntü yönetmenliği ünvanınında etkisiyle bu filmde Ronnie Christensen’in senaryosunu görsel olarak çok çarpıcı biçimde taşımış ekrana. Sert bir öyküsü olan bu filmi, pastel tonları izlermişçesine hiç gerilmeden ve sıkılmadan, yerinizden kalkmadan izletmeyi başarmış. Belki de mesleğimin ana konusu ölüm olduğundan, ölüm ve sonrasına ilişkin yorumlar beni çok etkiliyor, bir solukta okuyor, izliyorum o yapımları. Bu süreci oldukça iyi aktaran “Altıncı His-The Sixth Sense”, “Diğerleri-The Others” gibi yapımlar bu türün kült örnekleri olarak izleyiciyi etkilemeyi başarmıştı. Yolcular filmi de gerek yönetmenin izleyiciyi yormayan üslubu gerekse oyuncuların rollerini çok iyi taşımalarıyla zevkle izlenmekte.
Uçak Kazasından Kurtulan Oldu mu?
Bindikleri yolcu uçağının havada arıza yapıp yere çakıldığı korkunç bir uçak kazasından kurtulan beş yolcunun psikolojik tedavileriyle görevlendirilen genç psikiyatrist(Anne Hathaway), görevini yaparken tuhaf olaylarla karşılaşmaya başlar. Tedavisini üstlendiği yolcuların kaza anını hatırlamaya çalışmaktadır ve havada bir patlamanın gerçekleştiğini belirterek havayolunu şirketini suçlamaktadır. Genç yolcu Eric(Patrick Wilson) ile psikiyatristi arasında başlayan duygusal etkilenim hekimi etik kaygılara sürüklemektedir. Havayolunun suçlanmaya başlamasıyla Pilot rolündeki Arkin(David Morse) çıkıyor karşımıza ve klasik bir şirket personeli gibi olanların bununla bir ilgisi olmadığını açıklamaya çalışıyor. Yeri gelmişken belirtelim; “Yeşil Yol”, “Gizemli Yabancı”, “Yaşam Kanıtı” gibi filmlerle öne çıkan David Morse her zamanki gibi çok etkileyici bir oyunculuk sergilemekte.
Gerçek Bazen Göründüğü Gibi Değildir. Bizim gördüğümüz, deneyimlerimizin bize algılattığıdır.
Tekrar filmin konusuna dönersek; tedavi sırasında olayın detaylarını hatırlayan hastalar birer birer ortadan kaybolmaya başlayınca şüpheler havayolu şirketine yönelir ve şirketin olayı örtbas etmeye çalıştığını iddia ederler. Bu arada hem yolcular hem de psikiyatrist rüyaya benzer durumlarda geçmişte kaybettikleri yakınlarını ve onları çok etkileyen olayları görmeye başlarlar. Uçak enkazında ve çevrede açıklayamadıkları bir şeyler olmaktadır ve bir yandan da doktor ile hastası arasında artan bir duygusal çekim oluşmaktadır. Acaba olayı hatırlayan hastalar neden kaybolmaktadır? Acaba yolcular neden kaybettikleri sevdiklerini görmeye başlamıştır? Bu soruların yanıtını filmin sonunda sarsılarak öğreniyoruz ve hayatın anlamını yeniden düşünmeye başlıyoruz. Benim gibi yaşam kalitesi, ölüm ve sonrası gibi kavramları irdelemeye meraklıysanız bu konuda yazılmış birçok kitabın çok iyi harmanlanıp sinemaya aktarıldığı bu filmi kesinlikle izlemenizi öneririm…
Erdem Özkara
Film Replikleri:
-“Bir aşk mektubunun ne demek olduğunu biliyor musun; tabancadan çıkan bir kurşundur.” Blue Velvet
-“On parmağında on marifet olmasına gerek yok; birinde yüzüğümüz olsa yeter” 500 Days
-“Erkeler metro gibi. Birini kaçırıyorsun, beş dakika sonra diğeri geliyor.” How I Met Your Mother
-“Yüreklilik sadece cesur olmakla olmaz. Yüreklilik, acizliğimize rağmen doğru olan şeyi yapmaktan geçer.” The Help
Arpaboyu Dergisi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi, 45. sayı, Ocak 2012.
BİZ OKUDUK
Bir Çift Ayakkabı.
Yazan: Sunay Akın. Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. baskı, 2011.
Modern zamanların seyyahı, araştırmacı yazar ve şair Sunay Akın’ın kalemiyle bu defa ayakkabıların peşinde çıkıyoruz yolculuğa. Yazarın inanılmaz enerjisi ve müthiş gözlem yeteneğiyle keyifli bir yolculuğa dönüşüyor kitabı okumak.
Hayatın zenginliği hisse senetlerinde değil hissi senetlerdedir!
Başlıktaki sözün savunucusu değerli yazar ve şairimiz Sunay Akın’ın sanatçı gözüyle bakıp bizleri kâh Padişah Abdülaziz’in ayakkabılarıyla Paris’e kâh Van Gogh’un resmindeki ayakkabılara götürüp sonra ayakkabı boyacılarının sandığındaki hayat ağacının altında bir soluklandırıp gezdirmesiyle hem öğrenip hem de keyifli zaman geçiriyoruz. Okumanın da zevkine varıyoruz.
Gözümüzle mi görürüz, ruhumuzla mı?
Bir gün kendisini terk edeceğini hisseden gözleri görmeyen ama ruhuyla her şeyi anlayabilen ozanımızın, karısının onca yıl kendisine bakmasına duyduğu şükran borcunu nasıl ödediğini öğrendiğinizde, siz de karısı gibi ağlayabilirsiniz. Vefalı ve yüce gönüllü olmanın ne kadar asil olduğunu bir kez daha anlayarak.
Hazır ayakkabılarımızı giymişken Sunay Akın klasiklerinden biri olan Kız Kulesi’ne de uğramadan geçmek olmaz. Sonra gidelim Galata Köprüsüne ve dünyanın en büyük ayakkabılarını görelim, bir de geçmişe uzanıp dünyanın giriş kapısındaki ayakkabılara bakmak istiyorsanız şairimiz sizi şiir tadında bir yolculuğa çıkarmaya hazır. Bu kitabı okuyarak öğrenmek ve hayatın detaylarda gizli lezzetini yaşamak isteyenlere kesinlikle öneririm. Okudukça zenginleşeceksiniz…
Erdem Özkara
Arpaboyu Dergisi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi, 45. sayı, Ocak 2012.
BİZ İZLEDİK
Bir Zamanlar Anadolu’da
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Tür: Dram, Psikolojik.
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal.
Oyuncular: Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Taner Birsel, Cansu Demirci, Muhammet Uzuner, Ercan Kesal,..
Yapım: 2011-Türkiye, yapımcı Zeynep Özbatur.
Başarılı yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan; geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü ile dönen filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi ile ilham aldığı “Yalnız ve Güzel Ülkesini” anlatmaya devam ediyor. Oyuncu seçiminin çok başarılı olduğu, oyuncuların ise rollerini oynamayıp adeta yaşadığı bir filmi izlerken, yönetmenin klasiği haline gelmiş olan yavaş akan senaryodan rahatsız olmuyorsunuz. Görüntü kalitesi de oldukça iyi, pastoral tabloları anımsatan Anadolu bozkırının görüntüleri, sert iklimin sertleştirdiği, kavruklaştırdığı insanlarımız çok iyi yansıtılmış. Acının sadece yemeklerde değil hayatın içinde de bolca yer aldığı tipik bir Anadolu kasabasındayız. Kırıkkale’nin bir kasabasında geçen öyküde; bir ölüm olayını aydınlatmaya çalışan savcı, komiser, jandarma askerlerinden oluşan ekip zanlının gösterdiği yerlerde cesedi aramaktadır. Yani tipik bir olay yeri keşfidir yapılan. Ama Anadolu’nun imkanlarıyla ve koşullarıyla. Günümüzde geçen öyküde kullanılan cep telefonlarını ve birkaç teknolojik aleti saymazsak zamanın durduğunu ve sanki yüzyıllar öncesinde yaşadığımızı zannedebilirsiniz. Savcı(Taner Birsel), komiser(Yılmaz Erdoğan), doktor(Muhammet Uzuner) ve zanlı(Fırat Tanış) gece gündüz devam eden bir ceset arama işleminde kendi hayatlarından da kesitleri paylaşıyorlar. Doktor, savcı ve komiserin küçük bir Anadolu kasabasında kesişen hayatları ve geride kalan acıları davranışlarına da yansıyor. Filmin ana konusu; bir cinayet olayının araştırmasından ibaret.
“Suçluyu kazıyın altından insan çıkar” Sartre
Bu bağlamda yapılan olay yeri keşfini ve otopsiyi yansıtırken oradaki insanların yaşamlarından da kesitlerle bize zamanın ruhunu aktarıyor. Katilin olayı ne koşullarda gerçekleştirdiğini ve onun da ne kadar zavallı durumda olduğunu, sıradan bir insan olduğunu anlıyorsunuz ve Sartre’ın o muhteşem gözlemine hak veriyorsunuz. Bu filmi izlerken bir adli tıp uzmanı olarak o doktorun yerinde ne kadar çok o arabalarda yolculuk yaptığımı düşündüm. Kıraç bozkır’da, her nefeste insanın ciğerlerini yakan ayaz da dere tepe dolaşıp yaptığımız olay yeri incelemelerini ve otopsileri hatırladım. İnanın o çok zor şeyleri yaparken şu anda anlatamadığım bir kuvvet hissediyor ve bunları yapabilecek enerjiyi buluyorsunuz. Yoksa normal durumda yapılabilecek, başarılabilecek işler değil, insanüstü bir gayret gerektiriyor.
Kurban canlıyken mi gömülmüş, ölüyken mi? Zordur buralarda babasız büyümek!
Filmde adli tabiplik yapan doktorun, işlemleri yaparken nasıl insan odaklı yaklaştığını ve geride kalanlar için de bir şeyler yapabilme gayretinde olduğunu görüyorsunuz. Filmin sonundaki otopsi sahnesine dikkat edin lütfen… Savcı’nın ise geçmişinde yaşadığı acı kaybı nasıl rasyonalize ettiğini görüp hüzünleniyorsunuz. Bu yavaş akan ve anlaşılması zor olan 2.5 saatlik filmi kolay izlenir hale getiren ise komiser(Yılmaz Erdoğan) oluyor. Kendi özürlü çocuğunun acısıyla bile yüzleşmiş bir adam olan komiser, hayata bakış açısıyla bir cinayet olayının içinde bile güldürebiliyor sizi. Yılmaz Erdoğan, komiseri öylesine içten ve doğal oynamış ki ödüle gidebilir bu rolle.
Bu arada filmin ülkemizden Oscar seçmelerine gittiğini de belirtelim. Umarım böyle bir ödülle de taçlandırır başarısını.
Bu filmi; Anadolu’yu ve onun içinde yaşayanların değişmeyen yazgılarını, zamanın nasıl durup kaldığını görmek isteyenlere mutlaka öneririm…
Erdem Özkara
ALİ YEMİŞCİGİL ARTIK GÖRÜNMEZLER DÜNYASINDA...
1962-2007
Baştan belirteyim; bu yazıda objektif olabileceğimi sanmıyorum. Bu yazı kendimi zihinsel olarak en iyi hissettiğim dönemde 10 yılı aşkın bir süre birlikte çalıştığım, görüştüğüm ve birçok davranışından, sözünden kendime dersler çıkardığım bir “yaşam ustası”nı bilmeyenlere anlatmak için hazırlanmıştır.
Onu anlatmadan önce, mesleki özgeçmişini kısaca özetlemeliyim: Prof. Dr. Ali Yemişcigil, Ege Üniv. Tıp Fakültesini 1986 yılında bitirmiş, Aksaray’da mecburi hizmetin ardından aynı fakültede Adli Tıp ihtisası yaparak 1993 yılında Doçent olmuş. 1997 yılında Dokuz Eylül Üniv. Tıp Fakültesine geçmiş ve yeni kurulan Adli Tıp Anabilim Dalının ilk öğretim üyesi olmuştur. 1999 yılında Profesör olmuş ve Dekan yardımcılığı dahil çeşitli görevlerde çalıştıktan sonra 2002 yılında tekrar Ege Üniversitesine dönmüştür. Evli ve iki çocuk babası olan Ali Yemişcigil Fransızca ve İngilizce biliyordu.
Bu kısa mesleki tanıtımın ardından yaşamsal özgeçmişe dönersek; işte onun kısaca tanımlanması gerçekten çok zor. Çünkü karşınızda yaşamı anlamış ve onu bir sanatçı gibi ustaca, bilgece yaşamaya çalışan bir adam var. Yaşamı sadece mesleğiyle değil her yönüyle görmeye çalışan, hobilerini her zaman yaşayan, geliştiren bir usta var. Yelken, kayak, tenis, voleybol başta olmak üzere sanat ve sporun birçok dalında aktif olarak yer alan ve hayatına lezzet katan bir insan var. Hatta öyle ki; 2001 yılında çok nadir görülen tipte bir tiroid kanseri tanısı aldıktan sonra bile hastalığın gidişatını çok iyi bilmesine rağmen yaşamdan hiç kopmadan uzun süre bu hastalıkla mücadele etmiştir.
İçinde yaşadığımız dünyayı ve hayatı anlamaya çalışmadan, önümüze geldiği gibi yaşamak kolaydır(belki de doğrusu budur!). Ama algılarınız açıksa, şu tuhaf hayatı yavaş yavaş anlamaya başladıysanız ve “Nereye gidiyoruz?” sorusunu soruyorsanız kendinize o zaman işiniz zorlaşıyor. Yanıtlanması çok zor sorular sizi rahatsız ediyor, yanıtını yaşadığınız dünyayı gözleyerek, araştırarak, deneyimine güvendiğiniz “akil” insanlara yani “bilge” kişilere sorarak öğrenmeye çalışıyorsunuz, tabii varsa. Bence yaşamın anlamını ve nasıl yaşanması gerektiğini anlamış akıllı, bilge insanlar, ustalar var çevremizde ama onları görebilmek, tanıyabilmek büyük maharet. Eğer tanıyabiliyorsanız, onlara sıkıca kenetleniyor ve ışığından, deneyimlerinden yararlanıyorsunuz. İşte Ali Yemişcigil de böyle bir yaşam ustasıydı. Son derece akıllı, algılaması çok yüksek ve kendisiyle barışık bir insan olduğu için, sorularınıza verdiği yanıtlar da içten ve beklentisizdi. Onunla bir sorunu görüştüğünüzde, olayı çok farklı bir boyuttan ve gerçek değeriyle analiz edip çözüm yolunu bulabiliyordunuz.
Bu dünyada geçireceğimiz kısıtlı zaman dilimini olabildiğince iyi geçirmek gerektiğini, pozitif yaklaşarak insanların sevgisini ve takdirini kazanabileceğimizi gösterdi bize. Sakinliğiyle, “Gürültü patırtının içinde sessizce dolaşan bir adam” olarak bize nasıl yürünmesi gerektiğini gösterdi. İhtisasım sırasında tezimi hazırlarken beni çok üzen büyük haksızlıklarla karşılaştığımda, bunların neden başıma geldiğini anlamadığımı acı ve öfkeyle anlatmıştım Ona. Beni sabırla dinledikten sonra; “Erdem, ‘Dünya karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana çekip çekemediğinle ilgilenir, şimdi ilk öncelik bunun sebeplerini araştırmak değil bu durumdan kurtulmaktır” demiş ve önemli olanın mazeretler veya haklılık değil ulaşılan nokta olduğunu hatırlatmıştı.
Evet Ali Abi; masamdaki resmine bakıp sık sık dalıyorum geçmişe, konuştuklarımızı, hayallerimizi, gülerek çıkardığımız bilançoları düşünüyorum. Yaptıklarımız ve yapamadıklarımıza bakıyorum. İlginç, şimdi bakınca artık yapamadıklarımız hiç önem taşımıyor. Ama seninle birlikte öğrendiklerim, işte onlar çok önemli çok. Artık konuşurken insanların gözünün içine bakıyorum, akıllarından geçeni görebilmek için. Artık önemli olanın yoldaki küçük engeller değil yaptığım yolculuk olduğunu biliyorum. Ve yaşamın kaliteli, mutlu olması için sanal oyuncakların değil gerçek donanımların gerekli olduğunu da biliyorum. İçimdeki ben ile uzlaşmadan ve onu sevmeden çevremdekileri sevemeyeceğimi de biliyorum. Öğrendim Abi, limonu sıktığımda içinden domates suyu çıkmayacağını yani insanın yansıttığının aslında içindeki olduğunu, özünde olumlu olanın dışarıya da olumlu şeyler verdiğini. Kavgaları bile yaparken karşındakine saygı duymak gerektiğini… Yaşamın kendi kendimize sunduğumuz bir şey olduğunu…
Evet Ali Abi artık başka bir boyutta, 10 nisan 2007 gecesi çok parlak bir yıldız kaydı bu dünyadan ve başka bir yerde belki de “görünmezler dünyasında” parlayacak yeniden… Başka bir deyişle; bu dünyadan bir Ali Yemişcigil geçti, kırkbeş yıllık kısa ömründe birçoğumuzun hayatlarına zarifçe dokunarak… Ve ardında hoş bir sada bırakarak ayrıldı, şimdi başka bir boyutta sürdürecek varlığını…
Aristo haklı galiba "Dostluk bir ruhun iki ayrı bedende yasamasıdır" derken. 10 nisan da ruhumun bir parçasını toprağa verirken eksildiğimi hissettim, belki de kendi ölümüme ağladım. Bu dünyada dostunla son paylaştığın şey ölümmüş, anladım…
Erdem Özkara
* Bu yazı http://www.iyi hekimlik.org sitesinde yayınlanmıştır.
*******
Popüler Sağlık Dergisi, Kasım 2007.
ERKEKLER AĞLAYIN DURUMUNUZA!
İlk yazıyla merhaba derken nedense çok dikkati çekmeyen ama beni etkileyen bir konuyla başlamak istedim. Bu sütunlarda bir adli tıp uzmanı olarak mesleğimle içiçe olan, sizin de ilginizi çekeceğine inandığım; ölüm, yaşam kalitesi, suç ve suçlularla ilgili konuları tartışmak istiyorum sizlerle. Bu konuların erkeklerin durumuyla ne ilgisi var diyorsanız buyurun yazının devamına…
Erkek olmanın tehlikeleri
“Erkek olmanın ne tehlikesi olabilir ki? Asıl kadın olmak zordur, tehlikelidir”. Dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız şimdiye kadar alıştığımız öğretilerden, kalıplardan farklı bir kavram bu. Erkek olmak hep avantajlarıyla gündeme gelir nedense ve buna bağlı olarak da erkek olmak iyi, kolay, sorunsuz bir durum gibi kabullenilir. Tersinden gidersek, toplum hayatına katılmaya çalışan kadının yaşadığı sıkıntılar, güçlüklere bakıldığında erkek olmanın son derece kolay ve avantajlı olduğu ima edilir. Dahası bu durum bilinçaltımıza da böyle işlemiştir ve bir dogma gibi kabullenip pek sorgulamayız bu konuyu. Gelişmemiş toplumlardaki kadının haklarını elde etmede ve yaşam mücadelesinde karşılaştığı sıkıntılar gerçekten çok fazla. Bu saptamaya elbette katılıyoruz ama ya erkek olmak, sanıldığı gibi yalnızca avantajlar mı içermekte? Erkek olmanın sıkıntıları kadınınkinden çok mu önemsiz acaba?
Koşum nedir?
Koşum atlara yön vermek ve üzerlerine binmek için kullanılan ve çoğunluğu deriden yapılan takımlardır. Bu açıklamadan sonra Herb Goldberg’in saptamasını belirtelim: “Erkeklerin çoğu koşum takımları içinde yaşamaktadır”. Yani toplumun erkek için biçtiği rolü bir giysi gibi üzerine giydiğinde kabul görmekte ve ödüllendirilmektedir. Bunu reddedip içindeki insani isteklerini yaşamaya çalıştığında ise duygusal olmak(Ki erkeğe hiç yakışmayan bir durumdur!), farklı olmakla hatta “kadın gibi” olmakla itham edilip dışlanır. Bu tepkileri hissettiğinde de koşumlarını giyerek toplumdaki yerini alır ve böylece içindeki insanla bağlarını koparmış ama buna karşılık olarak toplumda yerini sağlamlaştırmış bir erkek çıkar ortaya. Biraz daha açarsak: Erkek her zaman kendinden beklendiği rolün gereği ağırbaşlı, ciddi, duygularını belli etmeyecek(özellikle de ağlamayacak) şekilde davranmak durumundayken, kadın geleneksel erkek ve kadın rolleri arasında rahatlıkla gidip gelebilmekte, duygularını rahatlıkla sergilemektedir. Basit bir örnekle açıklayalım: Erkek bir kadını eleştirmek için bile taklit ettiğinde farklı yorumlanabilmektedir. Ama erkek taklidi yapan kadın genellikle çok eğlendirici görünmektedir. Küçük bir deney; annesinin eteğine sarılmış beş yaşında bir çocuğu gözünüzde canlandırın bakalım. Evet, kız çocuğu muydu erkek çocuğu muydu bu düşündüğünüz çocuk? Daha küçücük bir çocukken bile erkekler en temel insani duygularını göstermemeleri, ağlamamaları, korkmamaları konusunda ağır baskılara maruz kalmaktadır ne yazık ki. Çocuk giysileri de bu konuda fikir vericidir. Kız çocuklarının giysileri rengarenk ve bir çok şekilde iken erkek çocuklara küçültülmüş takım elbiseler dışında pek seçenek sunulmaz nedense. Kızlar bebekleriyle oynarken erkekler güç sembolü oyuncak silahla tanıştırılır çocukken ve büyüdüklerinde kadınlar çocuklarını sevgiyle büyütürken erkekler silahla, şiddetle daha yakın ilişkiler içindedir.
Erkek olmak: Dikkat ölümcül durum!
Erkek olmanın getirileriyle ilgili karar vermeden önce aşağıdaki bazı araştırma verilerini incelemek yararlı olacaktır:
-ABD’de doğumda kız/erkek oranı 100/105 iken ilerleyen yaşlarda kadın/erkek oranı 100/95 olmakta. Yani erkekler kadınlara göre daha çok ölüyor.
- Erkeklerde ölüm oranı kadınlara göre önemli ölçüde yüksektir. Yaşlara göre bakıldığında fark çok net görülebilmekte. Özellikle yaşamın ilk yılında erkek ölüm oranı %33 daha fazladır. 15-19 yaş arasında erkek ölüm oranı %150 daha fazla iken 20-24 yaşları arasında %200 fazladır ve bunu izleyen bütün yaş düzeylerinde erkek ölüm oranı kadınlardan fazladır. Yani erkekler bu dünyada kadınlardan fazla kalmıyor, kalamıyor.
Yukarıdaki verilerden hareketle ABD’de Harvard’da 1970’lerin ortasında yapılan nüfus araştırmasında; bu eğilim sürdüğü takdirde 2000’li yıllarda yaşlılar çokeşliliğe yönelmek durumunda kalacak, çünkü tahminlere göre 65 yaşın üzerinde her 100 erkeğe karşılık 145 kadın olacak şeklinde bir saptama yapılmış. Bugün 21. yüzyılın başındayız, çevrenize bir bakın ileri yaş grubundaki yakınlarınız hangi cinsiyetten acaba? Ne dersiniz öngörüleri gerçekleşmiş mi?
Erkek olmak suçlu olmanın ilk adımı mı?
Peki ya adli olaylarda durum nasıl? Tutuklanan erkek sayısı kadınlardan narkotik suçlarda altı kat, alkole bağlı suçlarda on üç kat, silahlı saldırılarda on dört kat ve motorlu taşıt kazalarında üç kat daha fazladır. 1970 yılında ABD’de toplam tutuklamaların %83’ünü erkekler oluşturmaktaymış. Bu rakamlar günümüzde de benzerlik göstermektedir. Yapılan bir araştırmada 24 yaşına kadar erkeklerde intihar oranı kadınlardakinden üç kat fazla bulunmuş. Erkeklerde intihar girişiminin başarı oranı kadınlardakinden 12 kat fazla bulunmuş.
Bu veriler eski dönemi yansıtsa da günümüzde yani 2000’li yıllarda da durum pek farklı değil. Birkaç örnek; Ateşli silahla yaralananların %91’inin erkek olduğu belirtiliyor Samsun’da yapılmış bir çalışmada. Konya’da yapılan bir çalışmada ise ateşli silahla ölen erkeklerin kadınlardan 4.5 kat fazla olduğu saptanmış. Türkiye genelinde yapılan bir çalışmada ise trafik kazasına karışanların %96’sının erkek olduğu belirtilmekte. Örnekler çoğaltılsa bile sonuçlar pek değişmiyor ne yazık ki. Erkekler tehlikenin ve üzücü olayların hep başrolünde görünüyor.
Bu veriler erkek olmanın “görkemi” veya “sevinçleriyle” pek uyumlu görünmüyor değil mi?
Araştırma verilerini artırmak mümkün ama günümüzdeki yeni verilerde yukarıdaki gerçeği desteklemekten öteye gitmiyor. Erkekler yine suça daha fazla karışmakta, daha fazla öldürülmekte ve ölmekte. Çünkü “güçlü(!)” oldukları için tehlikeli işleri onlar yapmakta, yeri geldiğinde de kendilerine en büyük cezayı intihar ederek yine onlar vermekte. Peki ama neden erkek bu kadar çok zarar görüyor?
Erkek, erkeksi ayrıcalığı ve gücü için ağır bir bedel ödemiştir. Kendi duygularıyla ve bedeniyle olan bağını yitirmiştir.
Sık sık kendisine verilen mesaja göre erkek üstündür, güçlüdür! Hangi hasta mantıkla erkek kendini “üstün” olarak hayal etmeyi sürdürebilir ki? Duygularını bastıran, kendi bedeniyle olan bağını yitiren, diğer erkeklere ve kadına yabancılaşan ve yalıtılan, başarısızlık korkusu altında ezilen, yardım istemeye korkan, bildiği tek şey çalışmakken bir anda kendini kapı dışında bulan erkeğin durumunda intihar ve ölüm rakamlarının böyle olması belki de şaşırtıcı değildir. Ama belki de erkek, kendini öldürmenin birçok gizli yolunun yaratılmasında bir sanatçı olmuştur. Bakın Özdemir Asaf insanın kendi içiyle iletişimini, hesaplaşmasını nasıl güzel anlatmış.
“Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı,
Onu vurmaya gittim, kendimle vuruştum.”
Bu dizeler sanki kendine yabancılaşan erkekleri anlatmak için yazılmış gibi.
Erkek olmanın getirdiği sıkıntıları konusunda bazı tespitlerim vardı. Ama Amerikalı psikolog Herb Goldberg tarafından yazılmış ve gördüğü yoğun ilgi üzerine güncellenerek 1987 yılında 10. baskısı yapılmış olan bir kitabı(*) okuyunca bu konuda yazmaya karar verdim. Bir adli tıp uzmanı olarak suça karışan, ölen olgulardaki ezici erkek üstünlüğünü zaten her gün gözlemekteydim ama bu durumun nedenlerini bu kadar net hadi açık söyleyeyim cesurca ifade edemiyordum bu kitabı okuyuncaya kadar. Gelecekte yapılacak araştırmalarla erkek olmak suça karışmanın, tehlikeli yaşamanın risk faktörü olarak bile kabul edilebilir belki! Bu ilk yazıda erkek olmanın tehlikelerini, sıkıntılarını ve suçla ilişkisini farklı bir bakış açısıyla aktarmaya çalıştım sizlere. Değişik katkılar, karşı görüşler ve benzer düşünenler elbette olabilir. Bunları da ele alırız yeri geldikçe. İçinizdeki ben ile konuşabildiğiniz ve kendiniz gibi olabildiğiniz günler diliyorum…
Doç.Dr. Erdem Özkara
E-mail: erdem.ozkara@deu.edu.tr
*ERKEK OLMANIN TEHLİKELERİ
(The Hazards of Being Male) YAZAR: Herb Goldberg
Çeviren:Selçuk Budak. Öteki Yayınevi, 5. baskı, Ankara.1998.
*******
Popüler Sağlık Dergisi, Aralık 2007.
NEDEN AĞLARIZ ÖLENLERİN ARDINDAN?
Pek çok adaletsizliklerle dolu bu dünyada bir tek şey eşit dağıtılmıştır. Onun karşısında herkes eşittir; ölüm. Ölüm, kim olduğuna bakmaksızın herkesle tanışır zamanı geldiğinde. Peki kral ya da köle, zengin veya yoksul, büyük veya küçük herkesin önünde eşit olduğu ölüm nasıl bir şeydir? Acaba bir son mu yoksa bir başlangıç mıdır? Ölümden sonra bizi neler beklemektedir? Ölürken neler hissederiz? Bu soruların yanıtını tam olarak vermek şu anda olası değil. Ancak şunu tartışabiliriz: İnsanlar neden yakınlarının cenazelerinde ağlarlar? Bu yazıda yine hepimizin bir miktar deneyimli olduğu ama pek de düşünmek istemediğimiz bu sorunun yanıtını araştıracağız.
Ölüler yaşayanlara öğretir mi?
İnsanlar neden yakınlarının cenazelerinde ağlarlar? Sorusuna yanıt olarak; “Bunun tartışılacak bir tarafı mı var, tabii ki sevdikleri birini bir daha göremeyecekleri için” diyebilirsiniz. Bu açıklama gerçeğin yalnızca bir bölümüdür ama kesinlikle tamamı değildir. Evet, sevdiğimiz kişi ölmüştür, onu bir daha göremeyecek, artık onunla sohbet edip bir şeyleri paylaşamayacağız ve bu çok acı bir durumdur. Ancak O’nun “görünmezler dünyasında” yerini almasıyla birlikte bu dünyadan ve onu tanıyan bizlerden de bir şeyler gitmektedir. Aristo ne kadar iyi özetlemiş; "Dostluk bir ruhun iki ayrı bedende yasamasıdır" derken. Gözyaşlarımızın bir nedeni de ruhumuzun bir kısmını ölen sevdiğimizle, dostumuzla birlikte toprağa vermemizdir.
Peki, ölen o sevdiğimiz kişiyle en son neyi paylaşırız hiç düşündünüz mü? Tuhaf ama bu dünyada sevdiğinizle son paylaştığınız şey ölümdür. Ölümüyle de bize kendi ölümlülüğümüzü hatırlatıp gider sevdiklerimiz. Bir de tabii nasıl yaşamamız gerektiğini çarpıcı biçimde gösterirler. Bir Latin atasözünün anlattığı gibi: “Mortue vivos docent: Ölüler yaşayanlara öğretir”.
Herkes öleceğini bilir ama kimse buna inanmak istemez!
Sevdiğimizi kaybetmek, bir parçamızı kaybetmekten başka ne için gözyaşı dökeriz? Gözyaşlarının nedenini araştırmaya devam edelim: İnsanlar bu cenazelerde ölümle, o hep akıllarına geldiğinde düşünmekten kaçındıkları ölüm kavramıyla tüm çıplaklığıyla yüzleşmekte ve yadsımaya çalıştıkları kendi ölümlerini de görmekteler. Bu da dramatik gerçeğin karşısındaki çaresizliğimizin yansıması olarak gözyaşlarıyla ifade edilmektedir. Evet, evrenin bu korkunç güçlü döngüsü karşısında biz sanıldığı gibi güçlü falan değiliz, tam tersi aciz, çaresiziz, ağlanacak durumdayız. O yüzden ölümlülüğümüzle yüzleşmek istemeyiz.
Ölümden sonraki durak olan mezarlıklarla ilgili duygularımız da pek olumlu değildir genellikle. Yukarıda saydığımız duyguları yaşadığımız ve hüzünlü sahnelere tanık olduğumuz yerlerdir mezarlıklar. Vücudun artık dinlenmeye çekildiği ve kendisini oluşturan temel elementlere ayrışarak yeniden doğaya döndüğü yerlerdir o 2 metrekarelik odacıklar. Bu dünyada ömrü sona erenlerin, gömüldükleri yerlerde asli parçalarına dönerek başka biçimlerde yeniden hayata karıştıkları bir anlamda reenkarnasyona uğradığı bir gerçektir. Ömer Hayyam’ın bu dönüşümü ve hayata bakışını anlattığı şu dörtlük çok çarpıcıdır:
Bulut geldi; lalede bir renk bir renk
Şimdi kızıl şarap içmemiz gerek.
Şu seyrettiğin serin yeşillikler
Yarın senin toprağında bitecek.
Peki, fiziksel varlığımız yani vücudumuz mezarda bu dönüşüme uğruyor da ruhani varlığımız, anılarımız, öğretilerimiz ne oluyor? Buna en iyi yanıtı Mevlana’nın sözünde bulabiliriz: “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir...”
Genellikle ölen kişiyle birlikte ona ait şeylerin tamamını da kaybettiğimiz düşünülür. Oysa ki; ölüm bir yaşamı sonlandırır, bir ilişkiyi değil. Toprağa verdiğimiz sevdiğimizle ilişkimiz de tıpkı onun cansız vücudu gibi değişerek artık başka bir boyuta geçmekte ve farklı biçimde sürmektedir.
Söyle bana güzel kuş o gün bugün mü?
Düşünmeyi bile istemediğimiz, görmezden gelmeye çalışarak yaşamı sürdürmeye çalıştığımız bir konuya farklı yönlerden bakmaya çalıştık bu yazıda. Ama biz düşünmesek de görmek istemesek de ölüm var ve bunu kabul ettiğimizde hayatımızı daha kaliteli, daha anlamlı yaşayabileceğimize inanıyorum. Budist inanışında rahipler her sabah uyandıklarında sol omuzlarına dönerek orada olduklarına inandıkları kuşa sorarlarmış; “Söyle bana güzel kuş o gün bugün mü?” diye. Böylece her güne ölümü hatırlayarak başlayıp iyiliklerle, güzelliklerle günü yaşamaya çalışırlarmış.
Günün birinde bir dost eli daha kayıp gittiğinde avuçlarımızdan, mezarının başında ağlarken aslında bir de teşekkür etmeliyiz son yolculuğundaki sevdiğimize, bu sevgi fakiri dünyada hiç değilse bizi sevdiği için...
Erdem Özkara
*******
Popüler Sağlık Dergisi. Ocak 2008
DAHA İYİ YAŞAMAK VE ÖLÜM
Merhaba, ilk yazıda bu köşede adli tıp ile ilgili konuları ele alacağımı belirtmiştim. Şimdiye kadarki yazılarda; erkek olmanın tehlikeleri, suça karışmakla ilgisine dikkat çekmiş ve ölüm konusuna giriş yapmıştık. Bu yazıda ise ölüm kavramına farklı bir açıdan bakmaya çalışacağız. Bu defa genellikle istenmeyen, kaçılan bir şey olan ölümü, tam tersi bir düzlemde yani kişi tarafından istendiği hatta savunulduğu şekliyle ele alacağız. “Ölümün istendiği bir durum olabilir mi?” Diye düşündüğünüzü tahmin ediyorum, daha fazla uzatmadan açıklayalım; bu yazımızda kendi isteğiyle ölümü yani ötanazi kavramını inceleyeceğiz. Yazının içinde düşündüğünüz sorunun yanıtını da bulacaksınız.
Yeri gelmişken ölüm konusuna neden bu kadar değindiğimi de açıklamak istiyorum. Ölüm kavramıyla yüzleşmenin aslında hayatımızı daha iyi ve anlamlı yaşamamıza yardımcı olduğuna inanıyorum. Sanırım “Ölüm hayatımızı özgün, içten(otantik) bir tarzda yaşamamızı bizim için olası kılan bir durumdur.” sözüyle K. Jaspers bu tezi daha iyi anlatmakta. Evet bu açıklamadan sonra ötanazi konusuna girebiliriz artık.
Ülkemizde henüz tartışma gündemine oturmamış olan ötanazi ile ilgili tartışmalar günümüzden binlerce yıl önce Eski Roma Uygarlığı dönemine kadar uzanmaktadır. Ötanazi ve yardımlı intihar (Assisted suicide) günümüzde de dünyada çok yönlü olarak tartışılan konulardır. Tartışma çok yönlü(etik, hukuki, tıbbi, dini,..) boyutuyla sürerken bir yandan da konuyla yakından ilgili olan tarafların görüşleri araştırılmaktadır. Ötanazi; sağlık, yaşam ve ölüm kavramlarıyla yakından ilişkilidir.
ÖTANAZİ NEDİR?
Ötanazi (euthanasia); Türkçe karşılığı iyi, hoş, güzel, kolay olan “eu” ve ölüm anlamına gelen "thanatos" sözcüklerinin birleşmesinden türemiş bir sözcüktür. Birleşik sözcük olarak Ötanazi (Euthanasia); “kolay ölüm”, “huzur, rahat ve kolaylık içerisinde ölüm”, “ızdırapsız doğal ölüm” olarak düşünülebilir.
Ötanazinin sözlük tanımı “İyileşmeyen ve ızdırap verici hastalığı olan bir kişinin acısız bir biçimde öldürülmesi” şeklindedir. Amerikan Tıp Kurumu ötanaziyi; tıp uğraşının acılarını dindiremediği ve çaresini bulamadığı ölüme mahkum hastaların ızdıraplarını dindirmek için istek üzerine acısız bir şekilde ölümü sağlamak ya da tedaviyi bırakmak ve yaşatılması için çaba harcamamak şeklinde tanımlamıştır.
Günümüzde ötanazinin tanımı ve bu tanım içinde yer alan ögelerle ilgili tartışmalar sürmektedir. Ancak genel kabul gören tanım şu şekilde özetlenebilir:
Ötanazi; iyileşmeyeceği ve dayanılmaz acıları ölümüne kadar süreceği tıbben benimsenmiş olan, durumu kendisi ve yakınlarınca bilinen, zihinsel yeterliliğe sahip bir kişinin, kendi bilinci ve özgür iradesi ile vermiş olduğu karar üzerine tedavisini yürüten hekim aracılığıyla acısız bir biçimde hayatının sonlandırılması olarak tanımlanabilir. Bu tanımdaki ögeler de halen yoğun olarak tartışılmakta ve güncellenmektedir. Ötanazi ile ilgili sık kullanılan kavramları kısaca incelersek:
ÖTANAZİ İLE İLGİLİ KAVRAMLAR ve SINIFLANDIRMA
A-Eylemin Gerçekleştirilmesiyle İlgili Kavramlar:
AKTİF ÖTANAZİ: Hekimin derin bir sedasyonu takiben ani ölüm yapacak nitelikteki ölümcül dozdaki ilacı uygulayarak (enjekte ederek v.b) hastasının hayatını sonlandırmasıdır.
PASİF ÖTANAZİ: Hekimin hastanın bir süre daha yaşamasını sağlayacak yaşamı destekleyici tedaviyi sunmayarak veya bu tedaviyi sona erdirerek ölümü hızlandırması olarak tanımlanabilir.
Hastanın içinde bulunduğu durumun doğal sonucu ölümdür. Pasif ötanazi hastanın hayatını uzatan girişimlerin yapılmaması veya hareketsiz kalınması sonucunda hastanın doğal ölümünün sağlanması olarak da tanımlanabilir. Bu eylem bazı yazarlarca “ölüme terketmek- izinli ölüm”olarak da ifade edilmektedir. Sıklıkla karıştırıldığı için açmakta yarar var; beyin ölümünden farklı olarak ötanazide kişi doğal ölümü beklemek yerine, kendisinin yaşamına son verilmesini kabul etmektedir.
HEKİM YARDIMLI İNTİHAR ( Physician Assisted Suicide, PAS ): Hastanın açık istemi sonucunda hekimin hastaya kendini öldürebilmesi için gerekli bilgi ve malzemeyi sağlamasının ardından öldürücü enjeksiyonu vb. yapma işleminin bizzat hasta tarafından gerçekleştirilmesidir. Bu işlem direkt enjeksiyon şeklinde olabildiği gibi bir düzenek yardımıyla da olabilir(*).
Yazının ciddi ve okunması güç bir şekle dönüşmemesi için dünyadaki ötanazi tartışmalarını ve ötanaziyle ilgili diğer sınıflamaları sonraki yazılara bırakarak konuyla ilgili dikkat çekici bilgilere geçelim.
Mr. Death:Bay Ölüm
Aşağıdaki resimde 100’den fazla hastanın ölmesine yardım ederek ABD’de ötanazi tartışmalarının alevlenmesine neden olan ve son olarak 1998 yılında bir hastaya aktif ötanazi uygulayarak bu işlemi bir televizyon kanalından naklen yayınlatan emekli patolog Dr. Jack Kevorkian ve “mersitrons” adını verdiği ölüm makinesini görüyorsunuz. Kevorkian 1999 yılında 2. derece cinayetten mahkum olarak hapse girdi ve 2007 yılında şartlı tahliye edildi.
Mar Adentro: İçimdeki Deniz
Bizim son derece yalın biçimde anlatmaya çalıştığımız ötanazi ve yardımlı intiharı acaba bir sinema sanatçısı nasıl aktarabilirdi? Ünlü İspanyol yönetmen Alejandro Amenábar’ın, 2005 yılında gösterime giren ve gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan İçimdeki Deniz(Mar Adentro)filmi bu soruya yanıt niteliğinde. Film 26 yaşında genç bir denizci iken boynu kırılıp felç olan ve 29 yıl boyunca yatağa bağımlı olarak yaşayan son derece zeki bir adamın, başkalarına bağımlı yaşamaktan bıkıp ölmeye çalışmasını anlatıyor. Sağlıklı bireylerin yaşamdan vazgeçtiklerinde intihar edip gitme seçeneği olmasına rağmen kendisinin felçli olması yüzünden böyle bir şansının olmadığını yalnızca başkaları istiyor diye zorla yaşatılmasının haksızlık olduğunu savunuyor filmin kahramanı Ramon Sampedro. İşte dram tarzındaki filmden bazı çarpıcı alıntılar:
Ramon: "Endeğerli özel mülkümden feragat ediyorum, bedenimden. Hayatın bir zorunluluk değil bir hak olduğuna inanıyorum." ..."Benim isteğimin(ötanazi) mantıklı olup olmadığına sadece zaman ve bilincin evrimi karar verecek."
Ramon'un babası: "Bir oğulun ölümünden daha kötü tek bir şey olabilir. O da, ölmek istemesi."
Ramon Sampedro’nun vasiyeti
‘‘Sayın Yargıçlar, Sayın Siyasi ve Dini Yetkililer… Biraz önce seyrettiğiniz görüntülerden(Kendi yardımlı intiharına ilişkin video görüntüleri-EÖ) sonra size soruyorum; biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Vicdanlarınızın vereceği cevap ne olursa olsun, benim için saygınlık bu değildir. Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum. Buna rağmen bu duruma 29 yıl, dört ay ve birkaç gün boyunca tahammül etmek zorunda kaldım. Bunu daha fazla yapmayı reddediyorum! Gördüğünüz gibi yanımda içinde siyanür potasyum bulunan bir bardak su var. Onu içtiğimde, kendi irademle, sahip olduğum en özel, en meşru mülkiyete; yani bedenime son vermiş olacağım. Bu özgürlük eylemine sizler ‘‘intihara yardım’’ adını takmışsınız. Ben ise bu eylemi, bir insanın gerçekten ‘‘benim’’ diyebileceği tek şeye, yani bedenine ve onunla birlikte ne varsa, yani hayata, bilince egemen olmasına destek verenlerin insani yardımı olarak adlandırıyorum...
l Sizler, beni seven, bu sevgisinde tutarlı olan, yani beni benmişim gibi seven yakınlarıma(Benim ölümüme yardım ettikleri için) ceza verebilirsiniz. Bütün bu sözlerime rağmen yine de ceza vermeyi kararlaştırırsanız, size şunu tavsiye ediyorum: Bacaklarını ve kollarını kesin yardım edenlerin, çünkü ben onlardan kaderimi paylaşmalarını istedim...’’ Ramon öldükten sonra savcılık soruşturma başlatınca, binlerce insan ‘‘Sampedro'nun ölümüne yardım ettim’’ diyerek dilekçe imzaladı. Bunun üzerine savcı davadan vazgeçti.
Bir din adamı, “Kendini öldürmek bir seçenekse, hayatı elden alan bir özgürlük, özgürlük değildir” diyor ve felçli hasta gözlerinde hala yaşam ışığı pırıl pırıl iken “Ya özgürlüğü elden alan hayat, hayat mıdır?” diye hepimize soruyor. Gerçekten hayat mıdır?
Ötanazi, yaşam kalitesi, özerklik hakkı gibi kavramları sorgulamamıza yol açan film görsel açıdan da son derece kaliteli çekilmiş. Özellikle ötanazi kavramına soğuk bakanlara başka bir bakış açısından bazı gerçekleri vurgulaması da filmin önemli bir özelliği. İzlenmesini öneririm. Ölüm ve ötanazi kavramına bu kadar girince hayata karşı olumsuz baktığımız anlaşılmasın. Tam tersine yaşam çok değerli ve dolu dolu geçirilmesi gerekiyor. Ama herkesin durumunun aynı olmadığını da göz ardı etmemeliyiz. Ölümü hatırlayıp, hayatımızı bizi mutlu edebilecek şeylerle doldurmaya çalışmak, belki de en iyi yoldur. Büyük filozof Nietzsche’nin sözleri ile bitirelim yazıyı.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım,
Öyle çok değerliymiş ki zaman,
Hep acele etmem bundan, anladım.
NIETZSCHE
*: Özkara E. Ötanazide Temel Kavramlar ve Güncel Tartışmalar. Ankara, Seçkin yayıncılık.(2001).
********
ARPA BOYU
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Yıl:8, sayı:22, Ocak 2006.
Biz izledik.
BABAM ve OĞLUM
Yönetmen Çağan Irmak, “Asmalı Konak”, “Şaşıfelek Çıkmazı” ve “Çemberimde Gül Oya” dizilerinden, “Mustafa Hakkında Herşey” filminden, sonra 12 Eylül darbesi sonrasında geçen bir dönem filmi ile sevenlerinin karşısına geçiyor. Filmde Çetin Tekindor, Fikret Kuşkan, Hümeyra, Şerif Sezer gibi usta oyuncuların performansına ve özellikle de kullandıkları Ege şivesine bayılacaksınız. Filmin senaryosu da Çağan Irmak imzalı.
“Ona bir oda ver baba, gidecek bir yeri yok”
Film bir Ege kasabasında geçiyor. Baba-oğul-torun arasında ya da daha geniş bir ifadeyle üç kuşak arasındaki çatışma ve ilişkileri gözler önüne seren, insanı hataları ve doğrularıyla ele alan güçlü kişilik tanımlamalarıyla sizi yakalıyor. Filmde duygusal olarak hüzün ve mutluluk o kadar ustaca iç içe geçmiş ki aynı dakikada hem ağlayıp hem gülebiliyorsunuz. Bu da anlatılan dramın çok daha kolay izlenmesini sağlıyor. 12 Eylül’de doğan ve doğumda annesini kaybeden 7 yaşındaki Deniz’in gözünden, babası ve babasının akrabalarıyla olan ilişkileri ve hayata dair beklentiler bir masal tadında aktarılmış. Tabii bütün masallar iyi bitmiyor, filmi izlerken mendilinizi hazırlayın. Hem ağlayacak hem güleceksiniz ve filmden çıktığınızda sarsılacaksınız. Filmde orta çaplı bir toprak sahibi olan babasıyla(Çetin Tekindor) olan anlaşmazlıkları yüzünden evini terk edip hayata sıfırdan başlayan, eşini oğlunun doğumu sırasında kaybedip, 12 Eylül darbesinde hapse atılan asi ruhlu bir genç adamın(Fikret Kuşkan), 7 yaşındaki oğlu için son çare olarak bu dünyada güvenilir bir yer bulmak için tartışıp terk ettiği baba evine dönüşünde yaşanılanlar çok yönlü ve duygusal boyutlarıyla anlatılmış. Genç adamın kendisi için değil de 7 yaşındaki oğlu için istediği tek bir şey vardır artık; oğluna bir yer bulmak, bunun için de en uygunu hiç anlaşamadığı ve çatıştığı babasından yardım istemektir.
Filmde akrabalık bağlarının fikir ayrılıkları gibi küçük şeylerle zedelense bile ne denli güçlü ve kopmayacak kadar sağlam olduğu da gözler önüne serilmekte.
Bugün 30’lu yaşların üzerinde olanlar bu filmde çocukluk yıllarınızdan bir çok şey bulacak. Doğa kanunu olan “Enerji varken yok olmaz yalnızca boyut değiştirir” kuramının sevgi için de geçerli olduğunu ve sevginin asla kaybolmayıp yalnızca boyut değiştirdiğini; bazen inatçı bir gurura, öfkeye sonra da pişmanlığa dönüşmesinin ne kadar basit olduğunu da anlayabiliyoruz filmde. İzlemenizi öneririz.
Erdem Özkara
********
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Yıl:9, sayı:27, Mayıs 2007.
Biz Okuduk:
NİETZSCHE AĞLADIĞINDA
Yazan: Irvin D. YALOM. Çeviren: Aysun BABACAN / Ayrıntı Yayınları, 15. baskı.
Orta Avrupa’da, 19. yüzyılın ikinci yarısında henüz fark edilmemiş büyük deha Nietzsche yoksul ve sade bir yaşam sürmektedir. Etkileyici, güzel ve akıllı Lou Salome, Nietzsche’nin savunduğu fikirleri ve zekasını fark eden çok az insandan biridir ve ona ilgi duymaktadır. Fakat bu ilişki yalnızca iki kişiden oluşmuyor, bir de ünlü şair Paul Ree ekleniyor. Böylece iki adam ve bir kadının zihinsel olarak birlikte “üçlü” yaşama fikrini 19. yüzyılda savunmaya çalıştıkları bir dönemi ve bu dönemde Avrupa’daki sosyolojik değişimleri bir öykü tadında anlatıyor kitap. Nietzsche’nin geçirdiği rahatsızlıklar nedeniyle kaygılanan sevgilisi Lou Salome’nin ünlü Dr. Breuer’den yardım istemesiyle birlikte roman bu defa iki büyük zekanın; Dr. Breuer ve Nietzsche’nin bir satranç oyununu andıran karşılaşmalarıyla sürüklüyor okuyucuyu. Bir yanda orta yaşında zenginliği, şöhreti, başarıyı yakalamış ve ailesiyle mutlu görünen Dr. Breuer, öte yanda ise ümitsizliği ve şiddetli başağrılarıyla, otel odalarında basit ve yalnız bir yaşam sürerek kitaplarını yazmaya çalışan Nietzsche. Acaba kimin gerçekten yardıma-tedaviye ihtiyacı var? Sürükleyici bir dille ve çarpıcı bir finalle aktarılan öyküyü okurken kendinizi olayların içinde buluyor ve bazı soruları romandan önce kendinize sormaya başlıyorsunuz. Yaşadığımız veya bize yaşamak için dayatılan hayatı Dr. Bruer’in gözünden sorgulamaya başlıyorsunuz ve romandan çıkıp kendinizle bir yüzleşmeye gidiyorsunuz. Yazar Nietzsche’nin görüşlerine ve yaşadığı dönemdeki ünlü kişilere de romanında genişçe yer vermiş. Hayata içinden değil de dışarıdan bakmaya yardımcı olacak bu kitabı öneririm. Kimlere mi? Kendisiyle ve hayatla yüz yüze gelmekten çekinmeyenlere…
İşte kitaptan bazı çarpıcı alıntılar:
“Yaşamın hedefleri kültürün içindedir, havanın içindedir. Siz onları solursunuz. Hedefleri kendimiz seçmeyiz bize dikte edilir.”
“Hayat, doğru cevapları olmayan bir sınavdır.”
“Hayatınızı tam anlamıyla yaşadınız mı? Yoksa hayat mı sizi yaşadı.”
“Ödevleriniz, koşulsuz özgürlük arayışınız ve kendinize olan sevginizin yerine geçebilecek kadar önemli mi?”
“Ümit, kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.”
“Evlilik ve ona eşlik eden mülkiyet ve kıskançlık ruhu tutsak eder.”
“Bizim kardeş beyinlerimiz vardı; yarım sözcükler, yarım cümlelerle, yalnızca hareketlerle birbirimize çok şey anlatabiliyorduk.”
“Belki benim öğrencilerim henüz dünyaya gelmediler. Benim günlerim yarından sonraki günler. Bazı filozoflar ölümlerinden sonra doğarlar!”
“Hayattaki en büyük amaç, kişinin kendisini yaratmasıdır.”
Erdem Özkara
********
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Yıl:9, sayı:27, Mayıs 2007.
Editörden;
ASIL GÖREVİMİZ ÇALIŞMAK MI? YAŞAMAK MI?
Ne yazık ki çoğumuz gündelik hayatın kaygılarını her şeyin önünde tutup elimizden kum tanecikleri gibi akan ve bir daha geri gelmeyecek ömrümüzün en güzel anlarını hoyratça tüketiyoruz. Arada bir kendimize, hayatımıza uzaktan bakabilsek belki de bu karmaşayı, yanlışlığı fark edeceğiz ama o kadar hızlı dönüyor ki çark, buna bile zaman bulamıyoruz. Peki bunun sorumlusu kim? Neden en önemli, hatta var oluşumuzun nedeni olan “iyi yaşama sanatı” birçok önemsiz işin gerisinde kalıp, kayboluyor? Maalesef artık kocaman binalarımız, fakat küçücük sabrımız var, bize bir an boş vakit bırakmayan gündelik işlerle dopdolu olan ama sevdiklerimize zaman ayırmayan yoğun bir takvimimiz var. Çok fazla malımız fakat daha az mutluluğumuz var. Zihinlerimiz daha dolu ancak hayatlarımız daha boş. Nereye gidiyoruz bilinmez!
Acaba Bernard Shaw yanılıyor mu?
Yaşamı sadece çalışmak olarak algılayanların bize dayattığı bir yaşam döngüsüyle karşı karşıyayız. Oysa mutluluk daha çok çalışmakla değil daha derin yaşamakla ilgili bir kavram. Elbette hayatın içinde çalışmak da vardır ve önemlidir ama asla en önemli değildir. Hatta çalışmak yaşamın diğer bölümlerine bağımlıdır. Çünkü iyi çalışmak için yaşamın diğer bölümlerinin iyi geçirilmesi gereklidir. Bakınız büyük düşünür Bernard Shaw’ın yaşam ve çalışmaya dair sözleri ilginçtir:
“Öleceğim zaman tam anlamıyla kullanılmış olmayı arzuluyorum. Çünkü ne kadar çalışırsam o kadar çok yaşarım. Beni yaşamın kendisi mutlu ediyor.” Gençliğinde bu sözleri söyleyen Shaw’ın görüşleri zaman ilerlediğinde değişmiş. Ölüm döşeğinde iken, “Hayatınızı yeni baştan yaşama fırsatınız olsaydı, ne yapardınız?” diye sorulduğunda, Shaw biraz düşünmüş ve sonra derin bir iç çekişle, “Olabileceğim ama asla olmadığım kişi olmak isterdim” demiş.
Çalışmaktan zevk almak yaşam kalitemizi artırmaya yarayabilir ancak yaşamın tamamını çalışmak olarak algılamak ne derece doğru acaba? Formülize edersek; “yaşam=çalışmak” denklemi pek gerçekçi görünmüyor, hobilerimizi, sevdiğimiz şeyleri yaşamın içine dahil edemediğimiz zamanların mutlu geçeceğine inanmak çok güç. Atatürk’ün yaşamından çarpıcı bir anı belki daha iyi açıklayabilir bu durumu:
“Kurtuluş Savaşı bitiminde, İzmir düşman işgalinden kurtulduktan hemen sonra Atatürk Kordon’da oturup içkisini içerken, kendisine hizmet eden garson ile
arasında geçen konuşma ilginçtir: Atatürk garsona Venizelos’un İzmir’de kaldığı süre boyunca hiç Körfez’e karşı oturup bir şeyler içip içmediğini sormuş,
garsondan da “hayır” yanıtını alınca ‘O zaman İzmir’i neden işgal ettiler ki’ yanıtını vermiştir.” Bu anı Atatürk’ün savaş sırasında görevini tüm ciddiyetiyle
yaparken bile, yaşamın güzelliklerinden vazgeçmediğini, yaşama sımsıkı sarıldığını göstermektedir.
Yaşamın yalnızca çalışmak olmadığına ilişkin görüşü edebiyatın ustası Jorge Luis Borges’de “Anlar” şiirinde mükemmel anlatır:
“Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.”
Yaşamın anlamını ve yaşam içindeki çok değerli rolümüzü keşfetmek için yaşlanmayı, ölüme yaklaşmayı beklememeliyiz. Ölüm mutlaka gelen ama ne zaman geleceği hiç bilinmeyen son davetsiz misafiridir canlıların. Zamanı onu beklemekle geçirmek ise hayatı ıskalamakla eşdeğerdir ve bu bekleme süresi yaşama değil ölüme ait olacaktır. “Günler uzaklardan, sanki bir arkadaş tarafından davet edilmiş gibi sessiz sedasız gelir, ama hiçbir şey söylemezler ve eğer getirdiği armağanları kullanmazsak, onları sessizce alır götürürler.” Sözüyle noktayı koymuş Emerson.
Yaşam yolculuğumuzu olabildiğince bizi ve sevdiklerimizi mutlu kılacak şeylerle doldurmalıyız. Paulo Coelho’nun ‘Simyacı’ sı gibi asıl önemli olanın hedefimize ulaştığımız an değil, yolcuğun kendisi olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Yoksa filmin sonu hayal kırıklığı sahnesiyle bitebilir ve perde pişmanlıklarla, gözyaşıyla kapanır. Yaşamın sonunda pişmanlıklarımız ve keşke diye iç geçirmelerimiz yaptıklarımız için değil yapamadıklarımız için olacaktır. Ashley Montagu’nun gözlemi çok yerinde; “İnsanoğlunun en fazla ıstırap çektiği derin kişisel yenilgisi, kişinin aslında yapabilecekleriyle, sadece yaptıkları arasındaki farktan kaynaklanır.”
Hayatın kıyısından bize seslenen Ece Temelkuran ise geçen her anın sindire sindire yaşanması, başkaları ne der korkusuyla, tabularla geçiştirilmemesi, harcanmaması gerektiğini kendi üslubuyla çok güzel aktarmış;
“…hayat, onu erken anladığını sananlardan çok fena alır öcünü. Bir
şeyi vaktinde yaşamadan geçersen, çok sonra seni rezil etme pahasına, sana yaşatır o eksik bıraktığın bölümü. Aşık mı olmadın on altı yaşında? Gelir seni kırk beşinde bulur, en olmaz zamanda. Maceraya mı çıkmadın yirminde? Sürükleye sürükleye götürür seni otuz beşinde.
Yırtık kot, yer bezinden hallice bir kazak giyip, nasıl göründüğüne
aldırmadan geçiremedinse öğrencilik yıllarını mesela, elli yaşında,
artık kalabalıkların gözleri seni hiç de öyle görmeyi beklemezken,
sana giydirir o kot pantolonu. Hayatı sakın erkenden yaşama, sonradan çok fena komik eder adamı.”
“Yaşam yolunda ilerlerken, gülleri koklamalısınız, çünkü sadece bir tur oynama hakkınız var.”
Efsanevi golf oyuncusu Ben Hogan’ın belirttiği gibi oyun bitmeden, seyretmek yerine girip oynayabilirsiniz. Tercih sizin. Evet, seyretmek güvenlidir, üstelik yorulmazsınızda ama oyuncular yorulsalar bile daima seyircilerden daha çok eğlenirler ve çok daha mutlu yaşarlar.
Mortue vivos docent: Ölüler yaşayanlara öğretir
Bahara inanıp, havaya kanıp bu mevsimde yaprak dökülmez sanmıştık. Ama ne yazık ki Nisan’da yaprak dökümü oldu… Çok sevdiğimiz iki dostumuz henüz kırklı yaşlarda kanser nedeniyle aramızdan ayrılıp, görünmezler dünyasına geçtiler.
Fakültemizde, Adli Tıp Anabilim Dalının ilk öğretim üyesi olan ve 1997-2002 arasında çeşitli görevlerde önemli katkılar yapan, beyefendiliği, zarafeti ve çalışkanlığıyla kendini sevdiren, benim yaşam ustam, hocam ve arkadaşım Prof.Dr. Ali Yemişcigil aramızdan ayrıldı. Kaybımız bununla da kalmadı; Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu sekreteri olan değerli arkadaşımız Candan Kanadoğlu’da veda etti bize. İkisini de saygıyla ve rahmetle anıyoruz… Onları bu yazıda anmamın bir sebebi de yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı çok net biçimde bize göstererek bu dünyadan gitmeleriydi. İkisi de yaşama zevkiyle dolu olan bu güzel insanlar yaşamın her an bitebileceğini ve “anı yaşamamız” gerektiğini bir kez daha gösterdiler bize. “Ölüler yaşayanlara öğretir” diyen Latin atasözü doğru galiba. Ya sizce?
İyi yaşamalar diliyorum…
Erdem Özkara
********
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Yıl:10, sayı:31, Nisan 2008.
BİZ OKUDUK
Hazırlayan: Erdem ÖZKARA
HAYAT
Merhaba bu sayıda klasik kitap eleştirisinden biraz farklı bir yazıyla karşınızdayız. Sizlere sunacağımız kitabın adı: Hayat. Metis yayınlarından çıkan kitabın yazarı psikiyatrist Engin Geçtan. Sekizinci baskısı 2006 yılında yapılmış. Kitabı neden seçtiğime gelince; hepimizin içinde olan ama bazen görmezden gelmeye çalıştığımız altbenlik, gölge(id) hakkındaki çarpıcı tanımlamaları görünce çok etkilendim ve sizlere aktarmak istedim.
Kitapta hayatın akışı üzerine etkileyici yorumları bulabilirsiniz. Ancak içimizdeki ses yani yazarın deyişiyle gölge ile ilgili olarak Carl Gustav Jung’tan alıntılarla zenginleştirilmiş tanımlardan çok etkileneceğinize inanıyorum. Bunların bir kısmını da sizlerle paylaşmak istiyorum:
Gölgesiz hayat olabilir mi?
“Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge insanın bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur. Bir başka deyişle gölgenizle ne kadar az yüzleşirseniz o kadar güçlenir, sonunda bir tehlikeye, kaldırılamaz bir ağırlığa, ruhunuzun içinde her an etkinlik kazanabilecek bir tehdide dönüşür.”
“Gölge eşikte bekler; bilinç dışının yaratıcı derinliklerine giden yolu tıkamasına izin verebiliriz ya da bizi elimizden tutup o derinliklere götürmesine razı oluruz. Çünkü, kökenini evrim tarihinin derinliklerinden alan gölge basitçe kötü değildir. Aşağılık, ilkel, sakil, hayvansı, çocuksudur; güçlü, canlı ve kendiliğindendir.”
“Bilince kabul edilmeyen gölge diğer insanlara yansıtılır.”
“Günah işleme gücü insanın üstünlüklerinden biridir.”
“İnsanın toplum içinde var olabilmesi için gölgesindeki hayvansı eğilimleri ehlileştirmesi gerekir.”
“Ego ve gölge işbirliği yaptığında insan kendisini hayat dolu ve canlı hisseder.”
“Gölgenin mantığı olmaz.”
“Persona(maske) insanın günlük hayatını sürdürebilmesi için zorunludur. Egonun maske ile özdeşleşmesi=Şişme=Gerilim.”
“Yasalar ve gelenekler grup personasını simgeler.”
“Gölgesiyle barışık insanlar daima daha çok aranırlar, yaptıkları saçmalıklar yadırgansa bile. Gölgesinden kopuk insanlar başkalarını yargılama eğilimindedir. Çünkü bastırdıkları gölgeleri için diğerleri olumsuz birer örnektir.”
“İnsan ancak hazır olduğu cevaplara ulaşır.”
Varolamamanın pırıltısı
“Varolamamanın pırıltısı: İnsan bir yerde varolamadığında başka bir yerde abartılı bir biçimde belirebilen bir varlıktır.”
“Günümüz dünyasında ‘mışçasına ilişkiler’ salgın halinde, insanlar birbirlerine ulaşamaz, birbirlerini hissedemez haldeler. Giderek artan sayıda insan, ilişkisizlik sonucu, tek kişilik gösterilerine seyirci ya da monologlarına dinleyici talep eder halde.”
“Ölüm korkusu kötü yaşanmışlığın bir sonucudur. İyi yaşanmış bir zaman ölümün de doğal karşılanmasını sağlar. I Ching felsefesine göre: Ölüm, yaşanmış bir hayatın başına konan taçtır.”
“Güzellik, ona sahip olan bir kişiye hoşluk yaratan bir nesne ya da şekildir. Aslında söz konusu nesne, güzel olduğu için ona sahip olana haz vermez, kendisine haz verdiği için onu güzel bulur” Will Durant.
“Yazgının getirdiği trajedi var oluşumuzun temel şartıdır. Trajediyi tanımazsak kendimize karşı duyarlılığımızı kaybederiz. Oysa etrafımız, trajediyle yüzleşmemek için kaçınanların trajedisizlik trajedileriyle dolu, ‘mışçasına’ hayatlar ve ölüm korkularıyla.”
“Hayatın içine daldığımızda yaşanan trajediler ise zamanla tecrübeye dönüşebiliyor, acıtmış olsalar da insana bir şeyler katarak…”
Evet, insanın iç yapısı ve hayatla ilgili zekanın imbiğinden geçmiş bu kadar özlü sözden sonra, daha iyi ifade edemeyeceğim için kitabın temel mesajıyla bitiriyorum yazıyı:
“Korksan da dene! Risk alarak yaşamayı göze alabildiğimiz oranda hikayelerimiz de artıyor ve gölgemizi daha yakından tanıyabiliyoruz. Koruma altında yaşayanlarsa zamanla müze parçasına dönüşüyor… Kendilerinde imrenme duygusu uyandıran ve neleri yaşayamadığını hatırlatan hayat belirtilerine tahammül edemez halde…”
Parlak yaşam güneşinin altında kocaman gölgenizle birlikte geçireceğiniz uzun bir hayat diliyorum…
Erdem Özkara.
E-mail: erdem.ozkara@deu.edu.tr
********
Kedi Gözü. Dokuz Eylül Üniversitesi hastanesi Edebiyat ve Kültür Dergisi. Sayı 6, Mart 2008.
Felsefenin Karamsar Çocuğu:
SCHOPENHAUER
İzmir, Karşıyaka’da oturuyor ve karşı tarafta çalışıyorsanız, her gün araba vapurunda martılara göz kırparak, bir elinizde çay ve simit, bir elinizde kitabınız, günün ilk ışıkları ve son ışıkları ile yolculuk yaparsınız. Bu zaman dilimleri kendinize ayırdığınız keyifli dakikalardır da aynı zamanda...
Böyle güzel günlerden birinde, elimde çayım ve Schopenhauer kitabım, aynı hastanede çalıştığım arkadaşım, Erdem ile karşılaştık. Ve iki Schopenhauer düşkünü insan karşılaştığında kaçınılmaz olan süreci tahmin edersiniz sanırım. Yarım saatlik yolculuk süresince, Schopenhauer felsefesi üzerine yaptığımız keyifli sohbetin devamını, yazarak getirmeye karar verdik, umarım sizin de hoşunuza gider…
F.A. - Bu kitapta en çok ilgimi çeken tümce şu oldu:
‘Hayatın birinci yarısı, mutluluğa duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci yarısı acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır. Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık...’ (Aşkın Metafiziği)
Schopenhauer’ın hayata bakışını özetleyen bu tümceler, aslında onun mutsuz geçen çocukluğunun ve ilk gençliğinin izleridir. Mutsuz bir ailede büyümesi, annesi ve babası arasında yaşanan anlayış eksikliği, bu büyük filozofun yaşamla ilgili gerçekleri kavrayışında ve gelecek nesillere iletişinde büyük rol oynamış.
E.Ö. - İstersen önce kısaca hayat hikayesinden bahsedelim:
22 Şubat 1788’de Danzig'de (Polonya) doğdu. Babası yetenekli bir tüccar olan, Heinrich Floris, annesi ise özgürlüğüne düşkün genç bir kadın olan, Johanna idi. Schopenhauer ailesi, bir çocuğun düşlediği ideal aileden çok uzaktı, Heinrich fazlasıyla kıskanç, Johanna ise fazlasıyla bencil ve özgürlüğüne düşkündü.
- A. - Schopenhauer, zengin bir tüccar olan babasına her zaman hayrandı. Güçlü karakterinin ondan geldiğine inanıyordu. Kadınları her fırsatta aşağılamasına karşın, zekasını annesinden aldığını söylemesi ilginçti. Büyük umutlarla bastırdığı ilk kitabıyla alay eden ve kendisi de bir feminist yazar olan annesine verdiği yanıt, oldukça sert olmuştu:
‘Senin ıvır zıvırların unutulup gittiğinde, benim yapıtlarım hala satılıyor olacak’.
E.Ö. - Evet, Schopenhauer, annesine karşı olumsuz hislerle dolu bir biçimde yetişecek ve ileride kadınlar üzerine kuracağı olumsuz düşüncelerinin çoğunun temelinde, hoşlanmadığı annesi olacaktı.
- A. - Schopenhauer, hayatla ilgili görüşlerinin önemli ölçüde şekilleneceği, büyük Avrupa gezisine, on beş yaşlarında iken çıkmış..
- Ö. - Aslında, geziye çıkış nedeni babasıydı; Heinrich Schopenhauer'un en büyük arzusu, oğlu Arthur'un kendisi gibi büyük bir tüccar olmasıydı.
- A. - İki yıllık bu gezi ve gezdiği yerlere ait eserleri kendi dillerinde okuyup, hazmettikten sonra, ‘bu dünyanın her şeyiyle iyi olan bir varlığın değil, çektikleri ıstırabı seyredip zevk almak için yaratıklar var eden bir iblisin eseri olabileceği’ sonucuna varmıştı.
- Ö. - Evet, bu dönem; babasının, Hamburg’daki depolarının üst katındaki pencereden Hamburg Kanalı'na atlayarak intihar etmesine denk gelir. Arthur, duygusal anlamda çökmüştü, babasının ölümünün ardından tüccar çıraklığına bir süre daha devam etti. Schopenhauer derin bir depresif hâl içinde babasının yasını tutarken, annesi Johanna ise, bir kaç aylık yasdan sonra aile işlerini tasfiye
ederek, Hamburg'dan Weimar'a taşınır. Weimar'da kurduğu salon, kısa zamanda ünlenir ve dönemin bir çok önemli sanatçısıyla arkadaş olur. Zamanla tanınmış bir yazar olur, bir çok roman, makale ve biyografi yazar. Yazdığı romanlar genellikle feministik temalar içerir. Çoğu zaman konu, istemediği bir evlilik yapmaya zorlanmış ama özgürlüklerinden hâlâ vazgeçmemiş, bu yüzden de çocuk yapmayı reddeden kadınlardı.
Bu dönemlerde annesi ile ciddi kavgalar etmiş ve sonrasında da onunla görüşmeyi tamamen kesmiştir.
İnsansevmezliği de bilinen bir özelliği idi. İnsanlara "iki ayaklı hayvanlar" diye hitap etmesi, onun insansevmezliğini kanıtlıyor bence.
- A. - Hatta öyle ki, en iyi otellerde yalnız başına ya da köpeği ile yediği yemeklerde, köpeğini karşısına oturtur ve ona ‘efendim’ diye hitap edermiş. Eğer köpekçik uygunsuz bir şekilde havlar ya da yanlış bir hareket yaparsa onu ‘Seni gidi İNSAN!’ diye paylarmış!
- Ö. - Aslında o, insansevmezliği ve kişinin kendisini insanlardan izole etmesini, eksiklikten öte bir erdem olarak görmekteydi. Zaten Schopenhauer'e göre, erdemli ve olgun bir insan başkalarından hiçbir şey istemeyecek kadar tamam, kendi kendine yeterdir, bu yüzden de insanlarla birlikte olmaya veya onlarla çeşitli ilişkiler kurmaya gerek görmez şeklindedir.
- A. - Şunları da eklemeden geçemeyeceğim: Kendisinde fazlasıyla bulunduğuna inandığı (pek haksız da sayılmaz hani!) akıl ve zekanın, diğer insanlar arasında nefret ve öfke uyandırdığına o kadar emindi ki, akıllı ve zeki insanların bu yüzden yalnız kalmaları gerektiğini iddia ediyordu. Bu tezini de şu mantık dizgesiyle kanıtlamaya çalışıyordu büyük filozof: ‘Birisi, konuştuğu bir kimsede büyük zihinsel üstünlük ayrımsar ve duyumsarsa, sessizce ve açıkça bilincinde olmadan, ötekinin de aynı ölçüde kendisinin aşağılık ve sınırlı olduğunu ayrımsadığı sonucuna varır. Bu örtük tasım, onun en keskin nefretini, öfkesini ve hiddetini uyandırır’ (Aforizmalar).
Yine bu yüzden, Alman yazar, Goethe dışında hiç dostu olmadı. Biraz önce senin de değindiğin üzere; zaten dostluk ve arkadaşlık, ona göre, zihinsel ya da bedensel olarak eksik ve yetersiz insanların işiydi.
Aforizmalar’ın bir yerinde, arkadaşlık için şöyle diyor:
‘İnsanların arkadaş canlılığına, kirpilerin çok soğuk havada birbirlerine sokularak oluşturdukları bedensel sıcaklığa benzer bir biçimde, zihinsel sıcaklık oluşturmaları gözüyle de bakılabilir. Ancak, kendi sıcaklığı çok olan biri böyle bir gruplaşmayı gereksinmez’.
- Ö. - Yaşamında, toplumun kuralları ve insanlarla pek iyi geçinememiş biri olarak, insanlara olan hoşgörüsüzlüğünü şu sözlerle aktarır Schopenhauer; “Bir insanın karakterinin kötü yanlarını unutmak, zor kazanılmış bir parayı sokağa atmak gibidir. Kendimizi aptalca tanıdıklardan ve aptalca arkadaşlıklardan korumalıyız”.
Arkadaşlık ilişkisini farklı bir biçimde sorgulamış olan filozof, genellikle yalnız yaşamasına ve pek arkadaşı olmamasına çeşitli nedenler ileri sürmüştür. Arkadaşlığın, aslında gerçek bir paylaşımdan öte, yanındakinin kendinden kötü olduğunda, bundan gizli bir haz alınması nedeniyle dürüst olmadığını ima eden görüşünü; “İnsanları keyifli bir ruh haline sokmanın, başımıza gelen kötü bir şeyi anlatmaktan veya kişisel bir zayıflığımızı açıklamaktan başka yolları da vardır” şeklinde belirtmiştir.
- A. - Bu konuda, Aforizmalar’da keskin bir dille şöyle diyor Schopenhauer: ‘Arkadaş canlılığı, bizi büyük çoğunluğu ahlaki açıdan kötü ve entelektüel açıdan bön ya da yanlış olan varlıklarla ilişki içine soktuğu için, en tehlikeli ve hatta yıkıcı eğilimlerden biridir’.
- Ö. - Arkadaşlarımız ile iç içe yaşamı götürenler olarak, insan, bu cümleler karşısında kendini yetersiz hissediyor. Kimbilir belki de bu bakış açısı, (saptamalarının çok yerinde olduğu gerçeğini de fark ederek) bir filozofun iletişim kurma becerisiyle ilgili bir sonuçtur diyerek nefes alalım biraz.
- A. - Ben de kısa bir cümle ile biraz daha nefessiz bırakabilir miyim? Schopenhauer, Aristo’nun ‘Dostlarım, dünyada hiç dost yoktur’ sözlerini, yakın dostu olan ve daha sonraları kendisini, fikirlerini yayması için kullandığını fark edip, ilişkisini kestiği Goethe’nin deyişiyle onaylamıştır:
‘Düşmanlarından ne yakınırsın?
Senin olduğun gibi oluşunu
Sessizce, sonsuz bir suçlama olarak gören
Dostların gibi mi olsalardı?’...
- Ö. - Çağdaşı filozoflardan, Goethe dışında kimseyle dostluk kurmadı. Şu sözlerine ne dersin? Sanırım bu düşüncesi daha da netleştirecek: “Kısa süre sonra kurtların bedenimi yiyeceği düşüncesine katlanabiliyorum ama felsefe profesörlerinin benim felsefemi kemirdikleri düşüncesi, ürpermeme neden oluyor”.
- A. - Aslında Schopenhauer, yaratılıştan kötümser biriydi. Bu dünyada geçirilen zamanın, bir can sıkıntısı silsilesinden oluştuğuna inanıyordu. Öyle ki, ona göre insan can sıkıntısından kurtulmak için çeşitli meşgaleler icat etmişti: tüm uğraşlar, iş, aile, toplum kuralları, eğlence, sanat vs. Yaşamın anlamsızlığı, boşunalığı, insan varoluşunun acılı yanı, sürekli olarak yazılarına konu oluyordu.
Mutluluktan payını alamamış bir insan olarak, filozoflardan her zaman beklenilen mutluluk tarifini ise, Aforizmalar adlı eserinde şöyle tanımlıyordu:
‘Eksiksiz bir sağlıktan ve kusursuz bir bedenden kaynaklanan sakin ve neşeli bir mizaç; duru, canlı, nüfuz edici ve doğru kavrayan bir zeka; ılımlı, yumuşak bir istenç ve bunlara uygun olarak, iyi bir vicdan: bunlar, yerini hiçbir rütbenin ya da zenginliğin dolduramayacağı üstünlüklerdir’.
- Ö. - Burada bir açılım yapmak isterim: Schopenhauer eserlerinde Platon, Kant ve doğu felsefesini kendine özgü biçimde karşılaştırmış ve kendi tarzını yaratmıştır. Kendi döneminin ünlü filozofu, Hegel’in tersine; yaşamın eğlenceli değil de acılarla dolu bir yolculuk olduğuna inanıyordu. Ölümü ise, bir bakıma bu sıkıntıların son bulması gibi tanımlıyordu. Ona göre yaşam basit bir döngüden ibaretti; “İnsan hayatı, sonsuz bir isteme, tatmin olma, can sıkıntısı ve sonra yeniden isteme döngüsünden başka nedir ki? Bu döngü belki bütün canlı türleri için geçerlidir ama insanlar için daha da kötüdür. Çünkü zeka arttıkça acının yoğunluğu da artmaktadır”.
İnsanın kendini avutmak için kurduğu yapay döngüden, istençler (arzular) yumağından bir an sıyrıldığında karşılaştığı “can sıkıntısını” ise bakın nasıl yorumlamış; “Can sıkıntısı, varoluşla ilgili tatsız gerçeklerin -önemsizliğimiz, anlamsız varoluşumuz, yokolmaya veya ölüme doğru önlenemez şekilde ilerleyişimiz- kısa süre içinde ortaya çıktığı, dikkat çekicilerin olmadığı bir durumdur.”
Schopenhauer’a göre gençlikteki neşeli, enerjik durumun sebebi ise sonrasını bilmemekten kaynaklanıyordu. Şu sözleri ilginçtir; “Gençliğimizdeki neşelilik ve karamsarlığa kapılmama hali, kısmen hayat tepesine tırmanıyor ve tepenin öteki tarafındaki ölümü görmüyor olduğumuz gerçeğine dayanır.”
- A. - Schopenhauer, paranoyak, cimri ve tensel zevk düşkünü biri olarak anlatılmakta. Annesinin her zaman eleştirdiği bencil ve kendini beğenmiş bir yönü de vardı. Pipolarının çalınmasından korktuğu için onları kilit altında tutar, yatağının başucuna dolu bir tabanca koyar ve berberin usturasına boynunu teslim edemediği için dışarıda tıraş olmazdı.
Çektiği acılardan olsa gerek, Tanrı ile arası iyi değildi. Aşkın Metafiziği’nde, Tanrı’ya hitaben şöyle der:
“Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?”
Çok az kişiyle görüşür, pek çoğuna da oldukça kaba ve aşağılayan tarzda davranırdı. Nezaket göstermek, ona göre ‘oyuncak paralar kadar sahteydi’ (Aforizmalar).
Schopenhauer felsefesine göre, insanların hareketleri, üç temelden kaynaklanır. Bu temellere dayanmaksızın insanlar üzerinde etkili olabilecek bir güç düşünülemezdi. Bunların birincisi bencillik, ikincisi kötü ruhluluk, üçüncüsü de acımadır. İnsan davranışlarının hepsi, bu üç temelden birine ya da aynı zamanda ikisine bağlanabilir.
Schopenhauer'in "Arzu ve Hayal Olarak Dünya" adlı temel eseri, "Dünya, benim hayalimdir" cümlesiyle başlar. Bununla insanların hayal ettikleri nesnelerin somut gerçekler olduğu kastedilmez. Schopenhauer, daha çok tüm gerçeğin insanların hayal ettikleri gerçekler biçiminde varolduklarını söylemek istemiştir; nesneler hayal edilmektedir. Eğer filozof bu düşüncelerini devam ettirmeseydi, buna idealizm diyebilirdik. Ve dünya, insan hayalindeki bir görüngü, bir rüyadan başka bir şey olmazdı. Kendisi, görüngü kavramı üstünde düşünmeye devam edip, görüngünün arkasında görünen bir şeyin olması gerektiği kanaatine vardı. Vücut hareketlerinin, isteklerin harekete geçmesinden, vücudun biçim ve organlarının da insan arzusunun ifade tarzından ortaya çıktığını belirtir bu eserinde.
İnsan vücudunun bir istek olduğunu düşünüyordu. İstek ise insanın en içsel varlığıydı. İstek, aynı zamanda doğadaki varlıkları çeken ve iten, harekete geçiren, nesneleri ayırıp birleştiren, cezbeden bir güçtü. Her yerde bir isteğin gücü egemendi. Dünya, kendi haliyle ve iç yapısı itibariyle bir istekti. O, ortaya çıkan, somutlaşan bir istek olarak vardı. Hain olan kendi bilincimizdi.
Doğa, isteğin yaşamdaki görünümüydü ve isteğin nesnelleştirilmesinin sıralanışını oluşturuyordu: Düşme isteği olan taştan, düşünme isteği olan beyne kadar.
İstek en alt basamakta "mekanik, kimyasal, ve fiziksel neden" olarak, bitkide "cazibe", hayvanda "görünür motif", insanda "soyut, düşünülen motif" biçiminde ortaya çıkıyordu.
Schopenhauer, felsefesini tek bir cümlede özetliyordu: "Dünya, isteğin kendisini tanımasıdır."
‘İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir’.
- Ö. - Belki de Adli Tıp alanında çalışmam ve ölümle çok yüzyüze geliyor olmam nedeniyle, yaşamı olduğu kadar, ölümü kabullenişi ve diğer insanlara göre oldukça farklı bakışı beni en çok etkileyen tarafı oldu.
Schopenhauer, “Ölüm kaygısı, kendini gerçekleştirmenin en çok olduğu yerde en az bulunur” diyerek ölüm korkusunu azaltmak için hayatı verimli, tatmin edici biçimde yaşamanın önemini vurgulamış. Yaşam yolculuğu sırasındaki ciddi olayların da aslında çok önemli olmadığını, tüm yapılanların nihai hedefin yanında çok hafif kaldığını bir gemi yolculuğu örneğiyle çarpıcı biçimde aktarır:
“Biz kayalardan ve girdaplardan kaçmak için gemimizi enerjik bir şekilde kullanan denizcileriz. Bu süre zarfında korkunç gemi kazasına gittiğimizin farkında değiliz”.
Zorluklarla dolu hayatın sonuna gelindiğinde ise, yaşamın anlamını çözmüş bilge insanların, görevlerini tamamlamanın verdiği duyguyu hissedeceklerini şu sözlerle özetler; “Hayatının son dönemindeki hiçbir insan, aklı yerindeyse, her şeyi yeniden yaşamak istemez”.
Son olarak, ölüme farklı bakışını ve ölümü övücü duruşunu özetleyen şu sözleri bu ilginç filozofa daha yakından bakmamıza yardımcı olacak; “Hiçbir şey onu telaşlandırıp heyecanlandıramaz artık. Bizi dünyaya bağlayan ve bizi sürekli acı içinde ileri geri sürükleyen binlerce istenç bağı: o hepsini kesip paramparça etti. Gülümseyerek geriye, şu anda oyunun sonuna gelmiş bir satranç oyuncusu gibi kayıtsızca önünde duran bu dünyanın düşsel görüntüler geçidine bakıyor”.
Günümüz düşünce ve bilim dünyasının kökeninde yatan birçok görüşün temellerini atan ve Nietzsche’nin, Wagner’in Freud’un ve birçok filozofun öğretilerinden yararlandığı büyük düşünür, Schopenhauer’un farklı bakış açısını ve yaşam öyküsünü özet olarak aktarmaya çalıştık. Onun çarpıcı ve sıra dışı görüşlerini kuşkusuz herkes baktığı açıya göre yorumlamakta özgürdür.
Görüşlerini paylaşmayanlar için de hazırladığı bir sözü var: ‘Ben çalışmalarımı kalabalıklar için yazmadım. Çalışmalarımı, zamanın seyrinde nadir rastlanan istisnalar olarak ortaya çıkacak, düşünen bireylere miras bırakıyorum’. Gördüğünüz gibi bu büyük düşünürden etkilenmemek mümkün değil, yorumlarına katılmasanız bile...
Erdem Özkara - Funda Aksu
********
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Yıl:10, sayı:32, Ekim 2008.
BİZ OKUDUK
Hazırlayan: Erdem ÖZKARA
SEVDALIM HAYAT
Yazan: Ömer Zülfü Livaneli. Remzi Kitabevi,5. baskı, 2007.
Bir Keçinin Öyküsü
Gençliğinde “Güneş topla benim için” diyen bir sanatçının 60’lı yaşlarına geldiğinde bu defa bizim için topladığı anılarından oluşan bu kitabı bir solukta okuduğumu baştan belirtmeliyim.
Ülkemizin ve dünyanın tanınmış sanatçılarından Zülfü Livaneli’nin Ankara’da başlayıp, memur ailelerinin geleneğine uygun olarak Anadolu’nun birçok şehrinde geçen çocukluk ve ilk gençliğini okurken ülkemizin o günlerini de yeniden yaşar gibi oluyoruz. Okuma tutkusuyla yanıp tutuşan bir çocuğun, kitapların dünyası ile gerçek dünya arasındaki farkı acı çekerek öğrenmesinin öyküsünü anlatıyor yazar, kendi yaşamını anlatırken. Zülfü Livaneli’nin başka bir dünyaya aitmişçesine saf, doğal yapısını belki de ilk keşfeden babaannesi olmuştur: “Bu benim yavrum, keçidir! Öteki çocuklar koyundur, onların büyük kuyrukları her türlü kabahatlerini örter ama bu benimki kapatamaz; dağ keçisi gibi yapayalnız kalır.”
Çanağında balın olsun, arısı Bağdat’tan gelir
Zülfü Livaneli’nin okuma ve müzik tutkusuyla ülkenin eğilimleri genelde pek uyuşmadığı için bu okuma ve okutma çabaları sıklıkla başını derde sokmuş. Böylece dededen hukukçu bir ailenin, mahkemelerde hep hakim veya avukat olan ailenin ilk sanığı da O olmuş. Tabii bu sanıklığı ülkemizin yakın tarihinin tanıklığında değerlendirdiğimizde “Aydın” olmanın ne kadar zor olduğunu ve insanın yaşamında ne acılara yol açtığını bir kez daha anlıyoruz üzülerek. Darbe dönemlerindeki baskı ortamının aydınları daha da ezmesiyle Livaneli’nin yaşamında Avrupa dönemi başlıyor. Stockholm’de uzun yıllar kalarak orada müziğe biraz daha eğilip yeni bir sayfa açıyor yaşamında. “Çanağında balın olsun, arısı Bağdat’tan gelir.” Deyişini doğrularcasına kuzey Avrupa’dan ülkemizin türkülerini, müziğini hayata geçiren Livaneli’nin kısa zamanda sevenleri, hayranları oluyor. Hem de korsan kasetlerle, Livaneli’nin yüzünü bile bilmeden dinliyor sevenleri. Sanat ve kültür dünyasından çok dostu oluyor ama hepsinin gerçekten dost olmadığını da zamanla öğreniyor Livaneli. Bu dünyadaki kıskançlığın ürkütücü boyutunu başarısı ve şöhreti arttıkça daha net görüyor. Abartıdan uzak, içten kişiliği ve müziğiyle bize benzer kültüre sahip Yunan halkının da büyük beğenisini kazanıyor zamanla. Sonrasında, Peter Ustinov’dan, Elia Kazan’a, Mikis Theodorakis’ten, Sezen Aksu’ya, Cengiz Aytmatov’dan Yaşar Kemal’e, Abidin Dino’ya, Gorbaçov’a kadar dünyanın birçok tanınmış yazarı, sanatçısıyla, politikacısıyla birlikte daha güzel bir dünya için çalışma şansını buluyor. Bir şiiri kendi diliyle okumanın ne olduğunu çok iyi bilen Livaneli, Nazım Hikmet’in ülkemizde yıllarca yasaklanıp, yeterince bilinmeyişinin ne kadar büyük bir kayıp olduğunu da en iyi anlayanlardandır. Dostluğun ve kendi kültürünün ne kadar önemli olduğunu da hem yaşayarak öğreniyor hem de büyük sanatçılardan. Anadolu kültürüyle beslenmiş büyük sinema ustası Elia Kazan’ın bilgece yaptığı dostluk yorumuna hayran oluyor: “Dostlarının yaptığı işe iyi ya da kötü diyemezsin ki. İyi olmasını dilersin. En iyisini yapmalarını umarsın. Dostundur, seversin onları. Hepsi bu kadar işte!”
Kitapta ülkemiz yakın tarihinde bir dönemin tipik insan özelliklerini de görebiliyoruz. O dönemin deyişiyle sağcılar ve solcuların davranış özelliklerini ve dünyadaki örnekleri sıkça yer almış. Louis De Berniers’in şu gözlemini ise yazarımız yaşayarak öğrenmiş: “Bir atış mangası oluşturulduğu zaman, solcular hemen daire biçiminde dizilir.”
Belleğimizde güzel anılarla yer etmiş “Güneş topla benim için, Karlı kayın ormanı, Leylim ley, Kardeşin duymaz eloğlu duyar, Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” gibi şarkılara ve “Sis, Yer demir gök bakır” gibi ödüllü filmlere emek vermiş olan değerli sanatçının çarpıcı yaşamındaki anılar denizinden etkilenmemek ne mümkün! Yakın tarihimizin önemli olaylarının bir sanatçı ve düşün adamının sıkıntılarla dolu yaşamıyla birlikte yeniden hatırlanmasını, kendi anılarımıza bir yolculuk yapmamızı sağlayan roman tadındaki bu keyifli kitabı okumanızı öneririm. Kimlere mi? Okuma sevgisi olan herkese ama özellikle yaşamının çok zor olduğunu düşünenlere…
“Yaşam dalga dalga uzar giderdi
Ölüm gözümüzde bir arpa boyu
Çocuk gibi öper, okşar, severdim
Yediğim ekmeği, içtiğim suyu.”
Zülfü Livaneli (Sevdalım Hayat şarkısından).
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Sayı:35, Haziran 2009.
BİZ OKUDUK.
AŞK
Yazan: Elif Şafak. Çeviren: K. Yiğit Us-Elif Şafak. Doğan Kitap. 1. baskı.
Bu sayıda bir yenilikle karşınızdayız. Elif Şafak’ın “Aşk” adlı romanını dergimizin ve kitap dünyasının sıkı okuyucularından Doç.Dr. Banu Lebe ile birlikte değerlendirdik. Değerli katkıları için teşekkür ediyor, okuyucularımızın bu tarz kitap-film eleştirilerini bizlerle paylaşmalarını bekliyoruz.
Doğan Kitap tarafından basılan Elif Şafak’ın son dönemde en çok konuşulan ve okunan kitabı “AŞK”. Bu aşk kitabını bildiğimiz aşkla karıştırmamak gerekiyor. Çünkü romandaki aşk, yalnızca insanlar arasındaki ile sınırlı değil insan-tanrı arasında olan ve ezoterik olarak yani gizli öğretilen aşkı da içeriyor. Öncelikle bu çok satan romanın bir best seller tarzında tasarlanıp yayınlandığını belirtmeliyim. Reklam ve yayın politikası hatta içeriği de bu şekilde planlanmış gibi. Kitapta 13. yüzyılda Mevlana ve Şems çevresinde geçen öyküler çok etkileyici ama günümüz dünyasında geçen öyküler pek tanıdık geldi. Belki de yazar hedef kitlesi olan okuyucu profiline göre böyle bir kurgu yapmıştır ama biz uzak geçmişteki öyküleri beğendik sadece.
Bu bağlamda kitabı, edebi üslup açısından beklentileri yüksek olanlara değil, sıkılmadan okumak ve Mevlana’nın engin fikirlerine ait bir şeyler öğrenmek isteyenlere öneririz.
Gönlü geniş, ruhu gezgin Sufî meşreplilerin kırk kuralı
Kitapta; Anadolu kültürünün çok önemli değerlerinden biri olan-Ne yazık ki değeri yeterince bilinmeyen- Mevlana Celaleddin Rumî’nin yaşama dair öğretileri, O’nun ruhdaşı ve sırdaşı olan sivri dilli, içten insan Şems-i Tebrizi’nin kısa yaşam öyküsü ve günümüz dünyasında bize dayatıldığı gibi yaşayan çevirmen Ella’nın öyküsü harmanlanmış. Ella’nın işi gereği okuduğu bir kitap ile görünürde zengin olan ama gerçekte büyük bir boşluktan ibaret olan hayatı birden değişir. Acı gerçekle yüzleşmesini sağlayan kitabın yazarına ve günümüzden yüzlerce yıl önce 13. yüzyılda yaşamış Mevlana’nın öğretilerine olan hayranlığıyla Ella’nın sıradan hayatı birden değişir. Bu arada Şems-i Tebrizi için birkaç tanımlama yapmalıyız: Mevlana nın ruhdaşı, sırdaşı, aynası, Mevlanayı Mevlana yapan derviş. İnsanı insan yapan belki de günümüzde artık bulamayacağımız insanca davranışları, sevgileri bize “güneş” gibi yansıtan kişidir Şems. Akıcı bir üslupla yazıldığı için okuyucuyu sıkmayan bu romanda Elif Şafak, tıpkı Irwın Yallom gibi ünlü filozofların öğretilerini küçük öykülerin içinde vererek, okuyucuyu felsefenin yorucu üslubundan korumuş ve romanın hem kolayca okunmasını sağlamış hem de okuyucuya bu öğretileri sıkmadan aktarabilmiş. Peki neymiş bu öğretiler derseniz, “Gönlü geniş, ruhu gezgin Sufî meşreplilerin kırk kuralından” bazı örnekleri aşağıda aktarıyoruz. Daha fazlasını öğrenmek isteyenler için romanı, daha da fazlasını öğrenmek ve hayatla yüzleşmek isteyenler için ise Mevlana’nın ölümsüz eseri “Mesnevi” kitabını okumalarını öneririz…
-“Ey kendisinde kaybolmuş kişi
Bilmezsin bedenin sana mezar olmuş
Nefsini tanımadıkça,
Nefsin seni gömer olmuş.”
-“Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla…”
-“Kendini ancak başka bir insanın aynasında görebilirsin.”
-“Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır.”
-“Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir…”
-“Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.”
*Katkıları için Doç.Dr. Banu Lebe’ye teşekkürler.
Erdem Özkara
BİZ İZLEDİK.
THE READER(OKUYUCU)
Tüm dünyayı sarsan sancılı II. Dünya savaşı ve sonrasını farklı bir açıdan anlatan bu filmin başlangıcı ve sonu çok farklı seyrediyor. İlkin değişik bir aşk hikayesi olarak Almanya’da başlayan öykü sonrasında yerini drama bırakıyor. Yönetmenliğini Stephen Daldry’nin yaptığı, Bernard Schlink’in kitabından senaryolaştırılan romantik-drama tarzındaki filmde Titanik’ten tanıdığımız Kate Winslet ve İngiliz Hasta’dan tanıdığımız Ralph Fiennes ve David Cross başrolde.
Öykü kısaca şöyle gelişiyor: İkinci Dünya Savaşı sonrasında ergenlik çağındaki lise öğrencisi Michael Berg kendinden yaşça büyük Hanna Schmitz’e aşık olur. İlk cinsel deneyimini Hanna ile birlikte yaşayan Michael, kendisine yeni ufuklar açan bu gizemli kadını hayatının merkezine koyar. Hanna kitapları ve yazılan öyküleri Michael’in ağzından dinlemeyi çok sevmektedir ve Michael ile olan ilişkisini şiir ve romanların dünyasına taşır. Ancak bir gün Hanna esrarengiz bir şekilde Michael'ı terk eder. Kalbi kırılan Michael, ömrü boyunca Hanna'yı aklından çıkaramaz. Aradan geçen yaklaşık 10 yıllık süre sonunda genç bir hukuk öğrencisi olan Michael, bu defa sevdiği kadının gizemli geçmişine ve onun sanık olarak uluslar arası savaş suçlularının yargılandığı mahkeme de yargılanışına tanık olur.
Kusurlarınızı örtmek için neleri göze alabilirsiniz?
Bu yargılama sırasında yalnızca Michael ve Hanna tarafından bilinen bir sır ise mahkemenin sürecini ve belki de mahkumiyeti engelleyecek kadar önemlidir… Bu filmde Hanna Schmitz’in başkalarının bilmesini istemediği bir özelliğini, neleri göze alarak gizlemeye çalıştığını gördüğünüzde çok şaşıracaksınız. Film, acaba bizler de böyle kusurlarımızı örtmek için neler kaybediyoruz diye düşündürüyor insanı. Bir yetişkin filmi özelliğindeki bu yapıtı, bir dönemi farklı bir gözle gösterdiği ve erken dönemde yaşanan yasak aşkın tek taraflı bittiğinde ne kadar dramatik sonuçlanacağını çarpıcı biçimde aktardığı için de sinemaseverlere öneririm. Ayrıca devamlı olarak tarihte yolculuk yapan akışıyla, çok hareketli olmamasına rağmen seyirciyi soluksuz bırakıyor. Güzel aktrist Kate Winslet’in bu filmdeki etkileyici performansıyla aldığı Oscar ödülü de filmi daha çekici kılmakta. İyi seyirler…
Erdem Özkara
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Sayı:36, Eylül 2009.
BİZ OKUDUK.
EN SON YÜREKLER ÖLÜR
Yazan: Canan Tan. Altın Kitaplar. 03.2009.
Yazar Canan Tan’ın “En Son Yürekler Ölür” adlı romanını dergimizin ve kitap dünyasının sıkı okuyucularından Uzm.Dr. Gülcan Özkara ile birlikte değerlendirdik. Bir kadın gözüyle romana bakışını bizlerle paylaştığı için kendisine teşekkür ediyor, okuyucularımızın bu tarz kitap-film eleştirilerini bizlerle paylaşmalarını sürdürmelerini bekliyoruz.
'Sen, gözlerinden ateşler saçarak, zehirli oklarını bana yöneltirken, ben sana âşık oldum'
Severek okuduğumuz Piraye, Yüreğim Seni Çok Sevdi, Eroinle Dans kitaplarından tanıdığımız yazar Canan Tan, son kitabıyla yine gönüllere dokunuyor. Aşkın karşımıza ne zaman çıkacağının belirsiz olduğunu ve aşkın bilinen kalıplara uymadığını çok çarpıcı biçimde aktarıyor. Romanın akıcı üslubuna ve kurgusuna kendinizi kaptırdığınızda; aslında hayatın çok acımasız olduğunu, her an sürprizlere gebe olduğunu bir kez daha fark ediyorsunuz. Yolları tesadüfen kesişen iki kişinin arasında başlayan büyük aşkın, elim bir kaza ile nasıl boyut değiştirip farklı biçimde sürdüğünü gördüğünüzde, hem organ naklinin çok değişik boyutlarını düşünmeye başlıyor hem de ölüm kavramını yeniden sorguluyorsunuz.
“Ölüm bir yaşamı sonlandırır, bir ilişkiyi değil!”
Kitapta ölen sevgilisinin kalbini naklettikleri adama aşık olan bir kadının yaşadığı derin, travmatik duygular; aşkın ve yaşamın gerçeklerinin içinde eritilerek aktarılıyor. Roman kahramanlarının yolu bizim Hastanemizden yani Dokuz Eylül’den de geçiyor. Hastanemizde yapılan organ nakli ve ondan önceki zorlu süreci, değerli organ nakli ekibimiz ve özellikle Organ Nakil Koordinatörlüğü görevlisi Dr. Nükhet Çelik’in organ bağışı için yaptığı çalışmalardan bir kesit de öykünün içinde yer almakta. Hiç kuşkusuz insanın çok sevdiği bir yakınının ölümünü öğrendiği sırada organ bağışıyla ilgili karar vermesi çok zor bir durum. Ancak o bağışlanan organlarla hayat bulacak hastaları o en acılı durumda bile düşünebilmek, gerçekten büyük olgunluk. Romanda Dr. Nükhet hanımın gerçek yaşamda özveriyle gerçekleştirdiği bu zorlu görevi insanların acılarını da paylaşarak nasıl şefkatle yaptığı da vurgulanmış. Bizden kişilerin romanda yer alması okumamız için ek bir neden oluştursa da asıl çok acı bir olayın ardından yeniden hayata ve aşka tutunan bir kadının başından geçenler etkileyici ve kitabı daha okunur kılmakta. Başlıktaki saptamanın ne derece geçerli olduğunu, ölümün ilişkileri sonlandıramadığına da tanık oluyorsunuz kitabın derinliklerinde. Zamanın sihirli etkisinin gönül yarasını nasıl iyileştirdiğini ve beklenmedik anlarda mucizelerin nasıl kapıyı çaldığını da görüyorsunuz. Kitabın adına da değinmemek olmaz! Hiç düşündünüz mü? Gerçekten en son neresi ölür insanın?
*Katkıları için Gülcan Özkara’ya teşekkürler.
BİZ İZLEDİK.
DOUBT (ŞÜPHE)
Yönetmen: John Patrick Shanley
Oyuncular: Meryl Streep, Philip Seymour Hoffman, Amy Adams, Viola Davis
Senaryo: John Patrick Shanley
Tür: Dram
Senaryolarına sadakatiyle bilinen ve kelimelerinin bile değişmesini istemeyen, ödüllü yazar John Patrick Shanley’in, 2004′te tiyatroda ortaya koyduğu oyunu Doubt şimdi de film olarak karşımızda. Oyun ilk olarak Manhattan’da sahnelenmiş, bir yıl sonrasında Broadway’e taşınmış ve aşırı ilgi görmüş. Neredeyse bir tiyatro oyunu gibi çekilen filmin görüntü yönetmeni Roger Deakins(Coen Biraderlerin birlikte çalıştığı görüntü yönetmenidir kendisi) gerçekten başarılı, filmdeki mimik ve beden dilini perdeye çok iyi yansıtmış. Oyunculara baktığınızda; başrollerde Meryl Streep ve Philip Seymour Hoffman gibi iki ustayı görüyorsunuz, performansları gerçekten etkileyici. Zaten birçok ödüle de aday gösterildiler.
"Dostlardan şüphelenmek, başa geçenlere has bir hastalıktır." Aechlyus
Filmin öyküsü, 1964 yılında Bronx’ta bir Katolik okulunda geçmektedir.Filmin geçtiği dönem, zor anlaşılan hikâyeyi anlamamız açısından önemli. ABD’nin Küba işgali başarısızlıkla sonuçlanmış, Başkan Kennedy cinayeti henüz aydınlatılamamış ve sivil hareket en yoğun zamanlarını yaşamaktadır. Daha modern ve çağdaş kararların alındığı bu dönemde, Katolik Kilisesi de değişime ayak uydurmaya çalışıyor ve ilk siyahi öğrencisini okula kabul ederek önemli bir adım atıyor. Bu farklı öğrenciye sahip çıkan Rahip Flynn’ın(Philip Seymour Hoffman) ona ilgisini farklı yorumlayan muhafazakar rahibenin(Meryl Streep) olayı çok değişik boyutlara çekip hiçbir bulgu olmadan taciz iddiasını ortaya atmasıyla olaylar gelişiyor. Oyun(Özellikle oyun yazdım çünkü filmden çok bir tiyatro oyunu gibi, birkaç mekanda geçiyor her şey) kilisede, sıra dışı ve yenilikçi rahip ve kuralcı, bağnaz, tutumuyla Ortaçağ'ı andıran bir rahibe arasındaki güç savaşını anlatıyor. Meryl Streep'in son derece başarılı şekilde adeta yaşayarak oynadığı Rahibe Aloysius, gerek bakışları gerek konuşmalarıyla sağlıksız, gelişmemiş bir ruhun bütün belirtilerini gösteriyor. “Şüphe, mutluluğun olduğu kadar, erdemin de düşmanıdır.” diyen Samuel Johnson’u haklı çıkartırcasına…
Oyuncular ve görüntü yönetimi çok başarılı ama film daha çok bir tiyatro oyunu tadında ve çok durağan bir akışa sahip. Bu tarz filmlerden hoşlananlar belki sevebilir ama filmde aksiyon, hareket, enerji arayanlara pek hitap etmeyeceğini düşünüyorum. Meryl Streep bu filmle en iyi kadın oyuncu dalında 2009’da aday olmuş ama Oscar’ı Kate Winslet(The Reader) almıştı bunu da hatırlatalım… Yine en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu adaylığı da bulunan film, hiç birinden Oscar heykelciği alamamıştı… Kanıta dayanmayan şüphenin, kişinin kendi zihninde tutulmayıp, dillendirildiğinde nelere yol açabileceğini göstermesi açısından ibret verici bir son var filmde. İyi seyirler…
Erdem Özkara
|
|||||||
|
|||||||
İstanbul Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tedavisi süren lösemili 22 yaşındaki Meryem Topçu’nun yaşam desteğinin ailesi tarafından kesildiği, yani ötanazi uygulandığı iddiası gündeme bomba gibi düştü. Topçu son günlerini, makine desteğiyle yaşıyordu. Olay yargıya intikal etti ama ailesinin daha fazla acı çekmesini istememesini anlayışla karşılayanların sayısı az değil. Yasal dayanağı olmasa da bir yere kadar ötanazi vicdanlarda kabul görüyor. Konuyla ilgili çalışmaları bulunan 9 Eylül Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Erdem Özkara’nın araştırmalara dayanarak verdiği bilgilere göre ötanazi talep edilen doktorların sayısı hiç de az değil. Hukukçu ve hekimlerin yaklaşık yüzde 85’i ötanazinin en azından tartışılması gerektiği görüşünde. |
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Sayı:37, Aralık 2009.
KÜLTÜR-SANAT
Merhaba, bu sayımızda Mevlana öğretisini işleyen ve çok okunan bir başka kitapla, Ahmet Ümit’in BAB-I ESRAR kitabıyla ve Yönetmen Oliver Hirschbiegel’in ÇÖKÜŞ(Der Untergang) filmiyle karşınızdayız. Bu iki değerli eseri ve çarpıcı mesajlarını paylaşacağız sizlerle. Umarım beğenirsiniz…
BİZ OKUDUK.
BAB-I ESRAR
Yazan: Ahmet Ümit. Doğan Kitap. 1. baskı.
Dünya, rüya içinde rüyadır.
Bu sayıda yine Mevlana ve ruhdaşı Şems’in çarpıcı yaşam öyküsünü ele alıyoruz. Bu kez ülkemizin en iyi polisiye yazarlarından Ahmet Ümit’in kaleminden tanık oluyoruz günümüzden 700 yıl önceki olaylara. Yazar Mevlevilikle ilgili bazı ritüelleri ve günlük yaşamdaki olayları öylesine iyi harmanlamış ki romanı hiç sıkılmadan bir solukta okuyorsunuz. Aynı konuyu işleyen Aşk romanını yorumlarken günümüz zaman dilimindeki öykünün biraz yavan kaldığından bahsetmiştik hatırlarsanız. Bu kitapta Ahmet Ümit’in polisiye öykülerdeki ustalığıyla roman kahramanlarının günümüzdeki olayları okuyucuyu sıkmıyor. Romanda Mevlana ve Şems’in geçmiş hikayeleri ve günümüzde geçen polisiye olaylar birbirine rüyaların da yardımıyla, okuyucuyu yormadan harmanlanmış. Geçmiş dönemde özellikle Mevlana’nın ruhdaşı sivri dilli, açık sözlü derviş Şems-i Tebrizi’nin öyküsüne yer verilerek, O’nu anlamayanların yaptığı eleştirilere de yanıt verilmiş.
Aşıklar öyle bir dille konuşur ki o dili ancak deliler anlar.
Romanın başkahramanı Kimya Karen Greenwood’un annesi İngiliz babası Türk olan, Konya’da doğup Londra’da yaşayan otuzlu yaşlarda bir sigorta uzmanıdır. Konyalı bir derviş olan babasının henüz çocukken annesi ve kendisini, Tanrıya ulaşmak gibi anlayamadığı bir nedenle terk edip gitmesinin acısını tüm yaşamı boyunca çekmiş ve hep babasını suçlamıştır. Bir otel yangınını sigorta şirketi adına araştırmak için yıllar sonra çocukluğunu geçirdiği Konya’ya geldiğinde geçmişiyle ve babasını onlardan alan Mevlevilikle yüzleşir. Adının neden Kimya olduğunu ve babasının neden tıpkı Mevlana ve Şems gibi bir başka dervişle birlikte inzivaya çekildiğini, çocukluğundan bu yana gördüğü tuhaf rüyaları anlamaya çalışır. Romanda geçmiş dönem rüyalar şeklinde ele alınmış. Geçmişiyle ve babasının inanç sistemiyle yüzleştiğinde ise yaşamında ilk defa babası Poyraz Efendinin neden onları bırakıp kendi içindeki yolculuğa çıktığını anlar. Romanda özellikle Mevlana ve Şems’in veciz sözleriyle şu anda sıkı sıkıya sarıldığımız birçok kavram da sarsılmakta. İşte kitaptan bazı alıntılar:
-Ey sırrı araştıran kişi/ Can var can içinde, kalbine inde ara.
-Bu makam aşıkların kabesidir. Buraya noksan gelen tamamlanır.
-Aşıklar öyle bir dille konuşur ki o dili ancak deliler anlar.
-Hayat bir köprüdür, sırra erenler bu dünyada geçer üzerinden, sırra ermeyenler ahirette.
-Mevlevilikte ölünmez susulur. Bu yüzden Mevlevilerin yattığı yere mezarlık değil Hamuşan(Suskunlar mekanı) denir.
-Sufi için ölüm yok oluş değil, sevgiliye kavuşma anıdır.
-Önemli olan yaşarken neyi seçtiğin hem de cennet ödülü ya da cehennem cezası olmadan.
Romanın kurgusu ve verdiği mesajlar bir film senaryosu tadında gidiyor, final sahnesi ise çok görkemli. Özellikle son bölümünü iyi bir yönetmenin yorumuyla izlemeyi çok isterim doğrusu. Mevlevilikle ilgili bilginizi artırmak, sırlar kapısını biraz aralamak ve keyifli zaman geçirmek isterseniz bu kitabı okumanızı öneririm.
Erdem Özkara
BİZ İZLEDİK.
ÇÖKÜŞ(Der Untergang )
Yönetmen : Oliver Hirschbiegel
Senaryo : Bernd Eichinger, Joachim Fest
Oyuncular : Bruno Ganz, Alexandra Maria Lara, Corinna Harfouch, Ulrich Matthes, Juliane Köhler
Filmin Türü : Drama, Savaş
“Bu savaştan sağ çıkarsam milyonlarca insan bana bunun hesabını soracaktır”
1945 Nisanında, Almanya’nın ağır yenilgisiyle biten II. Dünya savaşının son günlerindeyiz. Rus topçularının bunaltıcı ateşi altında olan Berlin’de Hitler’in ve yakın çevresindekilerin sığınaktaki son günlerini izliyoruz. Savaşın insanların üzerindeki yıkıcı etkisi ve Nazi öğretisinin insanları nasıl körleştirip, akıldan yoksun hale getirdiğini gözlüyoruz. Savaşı kaybettiğini anlamış bir komutan olarak Hitler(Bruno Ganz) ağır stres altındadır ve sağlığı da bozulmaya başlamıştır. Komutanlar artık savaşın kaybedildiğini ve Hitler’e Berlin’den çıkıp kaçmasını önerir ama kabul ettiremezler. Hitler yol açtığı felaketin hesabının sorulacağından emindir ve cesedinin bile insanların eline geçmemesini, intihar ettikten sonra yakılmasını ister.
Sadakat ile kölelik arasındaki fark nedir?
Hitler’in çevresindeki yardımcılar ise ona kayıtsız şartsız itaat etmeyi bir görev bilmişlerdir ve hiçbir kararını sorgulamamaktadır. Kararlarını eleştirenler ise yanlışlarını çoktan fark edip onu terk etmişlerdir. Sevgilisi Eva Braun ile ölmeden birkaç saat önce nikah kıyıp ölüme hazırlanır. En yakın yardımcısı Goebbels, karısı ile birlikte altı çocuğunu ilaçla öldürüp Hitlerin ardından intihar eder. Führerin özel sekreterinin (Traudl Junge) gözünden savaşın ve sığınaktaki Hitler’in son günlerinin anlatıldığı bu film, Alman yakın tarihiyle yüzleşme adına gerçekten çok cesur bir girişim. Özellikle Hitler’i canlandıran Bruno Ganz’ın oyunculuğu muhteşem. Ruh hali ve tiklerine varıncaya kadar yansıtmış Hitler’i. Film biraz uzun, yaklaşık 2.5 saat sürüyor. Ancak o dönemi ve dünyayı bir felakete sürükleyen akımı ve kişiyi yakından tanıma olanağı vermekte. Benim gibi bu konuya meraklı iseniz, insanların ölüme nasıl hazırlandığını da izleyebilirsiniz ve sıkılmazsınız. Yönetmeni hem kurgu hem de görüntü kalitesiyle böyle iddialı bir yapımı gerçekleştirdiği için kutlarım. Yakın tarihe meraklı olanlara bu filmi öneririm…
Erdem Özkara
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Sayı:38, Mart 2010.
KÜLTÜR-SANAT Hazırlayan: Doç.Dr.Erdem Özkara
Merhaba, bu sayımızda ülkemizin yakın tarihine ışık tutan ve bence birbirini tamamlayan iki yapıtı inceleyeceğiz. Soner Yalçın’ın son yazdığı “Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor” inceleme-araştırma kitabını ve “Devrim Arabaları” filmini tanıtacağız. Baştan uyarayım; bu sayfayı okuduktan sonra “Yalnız ve güzel ülkemizin” dolayısıyla da hepimizin üzerinde oynanan oyunlara rağmen nasıl ayakta kaldığımızı düşünüp gözleriniz dolabilir…
BİZ OKUDUK.
BU DİNCİLER O MÜSLÜMANLARA BENZEMİYOR
Yazan: Soner Yalçın. Doğan Kitap. 1. baskı.
Ülkemizin yakın tarihinde gezinmeye hazır mısınız? Yakın tarihimize ışık tutan kitaplarıyla ilgi gören araştırmacı- gazeteci, yazar Soner Yalçın, bu inceleme/araştırma ağırlıklı kitabında bu defa din-siyaset-ticaret ilişkisini masaya yatırmış. Önceleri Efendi efendi yazan Yalçın son dönemde “Siz kimi kandırıyorsunuz?” diyerek celallenip bu defa dünyada ve çevremizdeki dini akımlara tutmuştur merceğiniJ (Bkz. Soner Yalçın Kitapları: Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı- Efendi 2: Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı- Siz kimi kandırıyorsunuz?-Teşkilatın İki Silahşörü-Behçet Cantürk’ün Anıları…)
Opus Dei-Octopus Dei
Din insanın kendisi ve tanrı arasında yaşanması gerekirken başka mecralarda kullanılmaya başlandığında toplumların kaderini değiştirebiliyor. Dinin siyasete alet edilmesi yalnızca ülkemize özgü bir durum değildir kuşkusuz. Bu kitapta, Vatikan tarafından 1947 yılında tanınan Papaz Balaguer’in kurduğu Opus Dei(Tanrının eseri) örgütünün(Cemaat?) eylemleri de mercek altına alınmış. Opus Dei, hoşgörü ve diyalog temalarıyla ve nasıl elde ettiği anlaşılamayan müthiş bir serveti kullanarak Latin Amerika’dan Fransaya dünya düzenine etki eden birçok değişikliği gerçekleştirmiş. Ancak arkasında gizli istihbarat güçlerinin olması ve yasallığı ile ilgili kuşkuları da gideremediği için bazı yazarlarca “Kutsal mafya” veya “Octopus Dei-Tanrının ahtapotu” tanımlamaları yapılmıştır.
James Bond’un yazarı 6-7 eylül olayları sırasında İstiklâl caddesinde miydi?
İngiliz istihbarat örgütü MI 6’da görevli bir ajan olan Ian Fleming, ünlü James Bond film kahramanının yaratıcısı-yazarıdır aynı zamanda. Yakın tarihimizde 6-7 Eylül olayları olarak geçen ve yıllarca kardeşçe yaşadığımız rum vatandaşlarımızla bizi birbirimize düşüren olaylar sonrasında Türkiye-Yunanistan ilişkileri büyük darbe almıştır. Ne ilginçtir 1955 yılında Kıbrıs’taki gücünü yitiren ve Türkiye-Yunanistan tarafından adadan çıkarılmaya çalışılan İngiltere, bu olaylar sonrasında birden bire hakem olarak masaya oturmuş ve adada kalmayı başarmıştır! Peki, James Bond pardon Ian Fleming o sırada İstiklâl Caddesinde ne yapıyordu dersiniz? Herhalde O da İstiklâlin büyülü güzelliğine kapılıp, gezmiştir…
Gürcistan, Ukrayna, Sırbistan, Kenya’daki Turuncu Devrimlerin sırrı nedir? Sıradaki ülke hangisidir?
Bildiğiniz gibi XX. Yüzyılın sonlarından itibaren yakınımızdaki ülkelerde renkli renkli devrimler olmakta. Genellikle turuncu devrim adı verilen bu olaylarda o ülkenin başındaki iktidarlar birer birer değişmekte ve genellikle dışarıda eğitim görmüş kişiler yönetime gelmektedir. Örneğin Gürcistan; 2003 yılı sonunda Şevardnadze ülkedeki karışıklık nedeniyle istifa edip yerini Saakaşvili’ye bıraktı. Ya Ukrayna; orada da benzer karışıklıklarla dolu bir seçim sürecinden sonra iktidara Yuşçenko geçti. Çok uzatmayalım Hırvatistan, Sırbistan gibi ülkelerde de benzer değişimler oldu. Hepsindeki ortak noktalar ise çok düşündürücüydü: Dışarıdan destek alan bir lider adayı, seçim öncesi kamuoyunu yönlendiren seçim anketleri ile medya desteği ve seçimde istenen sonuç çıkmayınca “seçimlere hile karıştığı” iddiasıyla halkın ayaklanması ve karışıklık. Tüm bu senaryolarda bazı ortak oyuncular da görülmekte; girişimci George Soros ve kuruluşları bu ülkelerde faaliyet göstermekte. Bir de şu var; bu renkli devrimlere karşı çıkanlar ordu yanlısı ve darbeci olmakla suçlanmakta! Kitapta bu devrimler yapılırken halkın inançlarına saygı ve özgürlük gibi temaların ön planda olduğu da belirtiliyor. Çok merak ediyorum acaba sıradaki ülke hangisi?
İşte kitaptan yanıtı aranan bazı sorular:
ABD Utah bağlantılı olan ve bugün birçok yayın organında yazan yazarların ortak noktaları nelerdir? Yabancı destekli fonlarla beslenen ve Ulusal düzeni savunanlara savaş açan yazarlar kimlerdir? Kitapta tüm bunları isim isim, olay olay okuyabilirsiniz. Bir de çarpıcı saptama var; “İnsanlık tarihi göstermiştir ki; tüm emperyalist güçler bir tek dayanağa ihtiyaç duyar: Gericilik.”
Eğer yakın tarihimize meraklı iseniz ve isim hafızanıza güveniyorsanız bu kitabı okuduğunuzda olaylara bakışınız değişecektir…
Erdem Özkara
BİZ İZLEDİK.
DEVRİM ARABALARI
Yönetmen : Tolga Örnek
Senaryo : Tolga Örnek, Murat Dişli.
Oyuncular : Taner Birsel, Ali Düşenkalkar, Halit Ergenç, Sait Genay, Altan Gördüm, Vahide Gördüm, Seçil Mutlu, Uğur Polat, Serhat Tutumluer, Onur Ünsal, Selçuk Yöntem, Haluk Bilginer.
Filmin Türü : Dram, Tarih.
Vatanını en çok seven, işini en iyi yapandır
Ülkemizde yaşanmış gerçek bir olayın beyaz perdeye başarıyla yansıtıldığı 2008 yapımı Devrim Arabaları filmi; oyuncularından, yönetmenine, müziğine kadar yurtdışında(Milano Film Festivalinde) ve yurtiçinde çok sayıda ödül almış. Filmin oyuncu kadrosuna baktığınızda durum çok net anlaşılıyor zaten. Böylesine usta oyunculardan kurulu bir ekibin kötü iş çıkarması mucize olurdu. Oyuncular, ülkesini en çok seven kahramanları canlandırdıklarının bilincinde öyle bir performans gösteriyor ki, sanki oynamıyor yaşıyorlar. Yıl 1960. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, yerli üretimi canlandırmak ve ülkenin otomotiv üretiminde aktif rolü olmasını isteyerek tamamen yerli bir otomobil üretilmesi talimatını verir. Genç Cumhuriyetin yetiştirdiği beyinlerin ve azminin bunu yapabileceğine inanmıştır. Eskişehir’deki Demiryollarına ait atölyede 23 mühendis ve ustadan oluşan bu inançlı ekip işe başlarlar. Bir arabayı sıfırdan yapmak için yalnızca 130 günleri vardır. O günkü koşullarda sanayi ve teknolojinin ne kadar geri, iletişimin ne kadar sınırlı olduğuna ve toplam sürenin de azlığına dikkat ediniz! Ama inançlı ve bilgili Türk beyinleri ödenek yokluğu, olanaksızlıklar ve bazı politik engellemelere rağmen bu süre içinde bir değil iki arabayı yapıyorlar. Bu yapım sürecinde gösterilen özveriyi ise anlatmak çok zor, tanık olmak gerekir. Gözyaşı, kan, ter akıtılarak oluşturulan böylesine büyük bir şeyin yapılması mucizedir aslında.
Türkiye Uçak Üretti mi?
Ülkenin kaderini değiştirecek ve dışa bağımlılığını sona erdirecek olan bu otomobilin üretimi tabii ki bizim refahımızı ve ilerleyişimizi istemeyen dış güçler ve onların aramızdaki temsilcileri tarafından dikkatle izlenmektedir. Peki, yalnızca 130 günde yapılıp, Cumhuriyet Bayramına yetiştirilmeye çalışılan bu arabaların üretimi başarılı oluyor mu? Bunu da filmi izleyerek görebilirsiniz. Bu arada ülkemizin gücünü gösteren küçük bir anekdot da aktarılıyor. Genç Türkiye Cumhuriyetinin uçak ürettiğini ve yurtdışından sipariş bile aldığını ama Alicengiz oyunlarıyla bu fabrikanın kapatıldığını öğreniyorsunuz.
Arpa Boyunun diğer sayfalarında arkadaşımız Hülya Duman’ın röportajını ve film ekibiyle yapılan söyleşiyi okuduğunuzda, dönemin koşullarını ve mucizenin ne olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz. Biraz da üretilmeye çalışılan arabadan söz edelim. Öncelikle o dönemin en son teknolojisini yansıtan hatta günümüzde bile rahatlıkla kullanılabilecek donanımda bir arabadır Devrim. Bir gün Eskişehir’e yolunuz düşerse bu Türk rüyasını Tülomsaş demiryollarındaki müzede görebilirsiniz.
Filmi izlerken bir yandan yakın tarihimizde ve günümüzde ülkemiz üzerine oynanan oyunları tüm çıplaklığıyla fark ediyor bir yandan da bütün emperyalist akımlara rağmen nasıl ayakta kaldığımıza hayret ediyorsunuz. Ve bir kez daha bu günleri yüzyıl önceden gören o muhteşem dehaya, Atatürk’e minnet ve hayranlık duyuyorsunuz… Sonuç olarak önerim: Bu filmi yalnızca izlemeyin yakınlarınıza da izletin…
Erdem Özkara
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Sayı:39, Haziran 2010.
BİZ OKUDUK.
UTOPIA
Yazan: THOMAS MORE
Çeviri: SABAHATTİN EYÜBOĞLU-VEDAT GÜNYOL- MİNA URGAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI YAYINLARI -HASAN ALİ YÜCEL KLASİKLER DİZİSİ
Günlük hayatta, gerçekleşmesi çok zor olan hayallere ütopik damgası vurmaktayız. Ütopya ise bu tür hayallerle oluşturulmuş bir adanın adıdır yazara göre. Eskilerin nev-i şahsına münhasır dedikleri kendine özgü iddialı düşüncelerini kitaba dökme başarısını göstermiş İngiliz, hukukçu, devlet adamı ve yazar Thomas More, 1478-1535 yılları arasında yaşamıştır. Kral VIII. Henry’nin hizmetinde parlak bir bürokratik kariyere sahip olarak Lordlar Kamarası başkanlığına kadar yükselmiştir. Ancak Thomas More’un, siyasi kariyeri, Kralın İngiliz Kilisesinin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması nedeniyle sona ermiş ve idam edilmiştir. Kendisiyle aynı dönemde yaşayan Erasmus ile yakın arkadaş olması nedeniyle Erasmus ünlü “Encomium Moriae-Deliliğe Methiye” kitabını More’a ithaf etmiştir.
Yazardan söz ettik ama çeviri ekibine de dikkat lütfen! Ünlü yazar ve çevirmenlerimiz Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol ve Mina Urgan(Bir Dinozorun Anıları) tarafından dilimize kazandırılan kitap, konusuna göre oldukça rahat anlaşılan bir dile sahip.
Düşündüklerini ödün vermeden yazan ve savunan Thomas More, kendi idealindeki dünyasını Ütopya Adasında kurmuş ve okurlarla paylaşmış. Bakalım 500 yıl önce düşündükleri ne kadar ütopikmiş!
KENDİNE ÖZGÜ…
Her satırında bütün bünyeye işleyen o etkileyici dokusuyla gerçek anlamda mutluluğa eriştiren kitap; Ütopia… Kendi doğasında, başkalarına değil kendi inanç ve beklentilerine göre şekillenmiş özgün bir dünyayı anlatıyor.
Hümanist bilgin, devlet adamı, hukukçu ve ingiliz yazar Thomas More, bu güzel ve günümüze hiç zorlanmadan uyarlanabilecek geçerlilikteki eserinde bizlere “Kolay kolay bulunmayan şey doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir toplum düzenidir” diyerek yaşayanların kusursuz bir düzen içinde varolduğu; gerçekle ilgisi olmayan siyasal ve toplumsal düzen tasarımının bulunduğu idealindeki hayal adasını paylaşıyor.
Bir halkın acıları, iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil, zindan bekçiliği etmektir
Düşüncelerin çocukluktan sakat ilkelerle yoğrulması sonucu oluşan sıkıntıların toplum düzeninde ne gibi karmaşaya ve çelişkilere neden olduğunu “Bir halkın acıları, iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil, zindan bekçiliği etmektir” sözüyle de destekleyerek kötü yöneticileri eleştirip, onları “Hastasını iyi etmek için ona daha ağır hastalıklar aşılayan bir hekimin bilgisizliği”yle özdeşleştiriyor.
Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur…
“Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü bir kral; halkı ezerek, soyarak, dilenci durumuna düşürerek tahtında tutunabilecekse, bıraksın krallığı insin gitsin tahtından. Kral yüceliği dilencilerin değil, zengin ve mutlu insanların başında kalmakla kazanır” diyor Thomas More ve ekliyor; “Dünyada kaygısız, rahat yürekle, sevinçle yaşamaktan daha büyük zenginlik olabilir mi?”
Bu konudaki çabaların iyilik getirmese bile kötülüğün azalmasını sağlayacağını bize öğütleyerek “başkalarını delilikten kurtarayım derken kendim sapıtırım” demekten de kendini alıkoyamıyor. “Benim yaptığım tehlikeyi göstermek ve aklı başında olanı ondan uzaklaştırmak. Kendilerini körü körüne uçuruma atanlardan başkasına aykırı gelmez söylediklerim” diye ekliyor sözlerine.
Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça, en kalabalık ve en işe yarar sınıf, yoksulluk açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır diyerek hayalindeki adayı anlatmaya başlıyor. Ütopia adasının büyük ve güzel 54 şehri vardır. Hepsinde aynı dil konuşulur. Aynı töreler, aynı kurumlar, aynı yasalar yürürlüktedir. Daha sonra bu adada yaşayanların yönetim görevlilerini, bilim, sanat ve uğraşlarını, dini inanışlarını geniş bir yelpazede sunuyor bizlere. “Ütopialılar aklı başında insanların, yıldızlar ve güneş dururken, bir incinin ya da elmasın cılız pırıltısına düşkünlüklerine şaşarlar diyerek” para ve maddeyi ne kadar önemsiz saydıklarını; savaşa olan karşıtlıklarını ise “Savaşta kazanılan şerefi şerefsizliğin ta kendisi sayarlar” diyerek gözler önüne seriyor yazarımız.
Kitabın geri kalan kısmı çok daha heyecan verici elbette ancak burada paylaşamayacağımız kadar da uzun siz en iyisi bu heyecanı başkasının gözünden değil bizzat kendiniz yaşayarak tecrübe edin. Emin olun ki okudukça zor bir düğümü çözmenin verdiği başarı ve zevkle bir solukta bitirmek isteyeceğiniz bu eserde beyninize yeni ve sağlıklı düşünceler yerleştirmiş olmanın verdiği mutlulukla yerinizden kalkacaksınız ve tabi ki birden fazla kitapta alacağınız doyumu bir kitapta bulabilme şansına sahip olduğunu idrak ederek…
Bu bilge yazarımızın tüm dediklerini belki kabul etmeyebiliriz ama şunu da saklamayacağım; Utopia devletinin birçok özelliklerini şehirlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu…
*Katkıları için Başhekimlik Özel Kalemde çalışan arkadaşımız Özgü Konuk’a teşekkürler…
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Sayı:40, Eylül 2010.
KÜLTÜR-SANAT Hazırlayan: Doç.Dr.Erdem Özkara
Merhaba, bu sayımızda ülkemizin en büyük ve eşsiz güzellikteki şehri İstanbul’u konu alan sürükleyici bir kitabı, usta yazar Ahmet Ümit’in “İstanbul Hatırası” romanını inceleyeceğiz. Kitabı okurken bir yandan da İstanbul’un binlerce yıllık tarihinde yer etmiş ve günümüze kadar ulaşmış muhteşem yapıları da gezeceksiniz. Biz izledik bölümünde ise Fransız sinemasının devlerinden Luc Besson-Jean Reno ikilisinin “Ölümsüz” filmi var.
BİZ OKUDUK.
İSTANBUL HATIRASI
Yazan: Ahmet Ümit Everest Yayınları. 1. baskı.
Klasik Ahmet Ümit üslubuyla yazılmış bu polisiye romanı bir solukta okuyacağınıza inanıyorum. Yazar kurguyu öylesine ustalıkla yapmış ki bir yandan seri halde işlenen cinayetleri izlerken diğer yandan İstanbul’un binlerce yıllık tarihinde gezintiye çıkıyorsunuz. İstanbul’da iken öykülerinin farkında bile olmadan yanından geçtiğimiz muhteşem yapıların nasıl meydana geldiğini öğrenip şaşırıyorsunuz.
Bir Ahmet Ümit Klasiği, sürükleyici kurgu, çarpıcı final
Aynı mahallede büyüyüp, aynı kıza aşık olan ve birbirinden kopmadan yaklaşık yarım asırlık bir süreyi paylaşmış üç arkadaşın hüzünlü öyküsüdür romanın ana teması. İstanbul Balat’ta yaşayan arkadaşların, biri mimar, biri veteriner diğeri de (romanın başkahramanı Nevzat) polisliği seçmiştir meslek olarak. Çocukluk ve gençlik yıllarında aynı kıza aşık olup birbirlerine haksızlık etmemek adına bu duygularını açığa çıkarmadan sessizce yaşayacak kadar dostluğa önem verenlerin öyküsünü bulacaksınız bu kitapta. Güzel geçen çocukluk yıllarının ardından üç arkadaş, zamanın aynı acımasız etkileriyle kavrulduktan sonra yeniden aynı yaralarla birbirlerine yakınlaşırlar. Üçü de, sevdiklerini yitirmiş ve hayattan bir beklentileri kalmamıştır artık. Onların bu öykülerini ve Komiser Nevzat’ın hayatını okurken birden kendinizi İstanbul’da tarihi yapılarda işlenen seri cinayetlerde buluyorsunuz. Öyle ki her cinayetin ardından ceset İstanbul’un en önemli tarihi yapılarından birinde ve elinde eski bir sikke ile bulunuyor. Katiller İstanbul’un eşsiz güzelliğine vurgu yapıp, O’nu katledenlere mesaj veriyor sanki! Romanın sonunda ise okuyucuyu sarsan ve duygulandıran etkileyici bir final var. Ahmet Ümit yine her zamanki ustalığını konuşturmuş.
Körler Ülkesi
Bu roman sadece bir polisiye değil aynı zamanda İstanbul’un tarihine de yolculuk niteliğinde. Acaba kaçımız binlerce yıl önce bugünkü Kadıköy çevresine yerleşenlere neden “Körler Ülkesi” dendiğini biliriz? Efsaneye göre; Sarayburnu gibi şahane bir yer dururken Kadıköy’e yerleşen göçmenleri eleştirmek için kullanılmış bu deyim. Yani siz bu güzellikleri göremeyecek kadar körsünüz demişler.
Byzantion, Konstantiniyye, Dersaadet, İstanbul
Kentin ilk sahibi olan Bizanslılar zamanında adı Byzantion’dur. Milattan önce 660 yılında kurulan Byzantion’u, yaklaşık 700 yıl sonra ise Romalılar ele geçiriyor. Roma İmparatoru Konstantin tarafından başkent yapılmasıyla(M.S. 330) birlikte kentin kaderi de adı da değişmiştir. O artık Konstantiniyye(Konstantinopolis) adını alır ve bir imparatorluğun başkentine yaraşır eserlerle süslenmeye başlar. Kuşkusuz bu eserlerin en önemlilerinden biri Ayasofya’dır. Ayasofya(Kutsal bilgelik), İmparator Jüstinyen’in hem görkemli bir mabet hem de sevgilisi Theodora’ya aşkını simgeleyen bir anıt olarak yaptırdığı muhteşem bir eserdir.
İçinden deniz geçen bu muhteşem kent tarihi boyunca herkesin sahip olmaya çalıştığı ve ele geçirmek için saldırdığı bir yerdir aynı zamanda. Bu emelini son gerçekleştiren ise Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet olmuştur. Bir çağı bitiren bu fetihten sonra kentin adı Dersaadet(Mutluluk kapısı) olarak da anılmaya başlamıştır. Osmanlılar zamanında da yapılan eşsiz eserlerle kent daha da güzelleşir ama ne yazık ki günümüze biraz bozularak ulaşır.
“Onları hayatımıza bir anlam kazandırmak için öldürdük!”
Romanın akıcı kurgusu ile bir yandan bu gizemli kentin geçmişine yolculuk yaparken bir yandan da işlenen seri cinayetleri çözmeye çalışıyorsunuz. Ne tuhaftır ki; yedi kişiyi öldüren katilleri bulduğunuzda ise onlara kızmak yerine acımaya başlıyorsunuz. Hayatlarına anlam katmak için insanların neler yapabileceğini görüp dehşete düşüyorsunuz.
Eğer İstanbul’u seviyorsanız ve kentin tarihine meraklı iseniz, hele polisiye romana merakınız varsa bu kitabı bir solukta okuyacağınıza eminim. Okuduktan sonra İstanbul’da dolaştığınızda her şeye daha farklı bakacaksınız, hiçbir şey eskisi olmayacak artık…
Erdem Özkara
Biz İzledik.
ÖLÜMSÜZ (L’immortel-22 Bullets)
Yönetmen: Richard Berry
Tür: Aksiyon, gerilim.
Yapım: Luc Besson, Pierre-ange Le Pogam
Oyuncular: Jean Reno, Kad Merad, Jean-Pierre Darroussin, Marina Fois.
Efsane ikili geri döndü!
Fransız sinemasını sevenler yapımcı-yönetmen Luc Besson ile oyuncu Jean Reno ikilisinin filmlerini iyi bilirler. Bu filmlerden en akılda kalanı olan “Leon” kült filmler arasına adını yazdırmıştır. Fransa’nın Spielberg’i olarak da adlandırılan Luc Besson filmlerinde; engin düş gücünü olası gerçeklikle ve çocukluğunda dinlediği masallarla harmanlayan bir yönetmendir. Başarılı birçok filme imzasını atmış olsa da; “Subway”, “Nikita”, “Leon”, “Beşinci Element”, “Taksi” gibi filmlerle unutulmazlar arasında yerini aldı. Jean Reno ile çevirdiği “Leon” filmi, sürükleyiciliği, insani değerleri vurgulaması ve müthiş finali ile ülkemizde de çok büyük ilgi görmüştür. En son 2001 yılında “Wasabi” filmiyle birlikte çalışmış olan ikili uzun bir aradan sonra “Ölümsüz” filmiyle karşımızda. Keyifle izlediğimiz Jean Reno’nun sert mizacı bu filmdeki mafya babası rolüne iyi oturmuş.
Ölünceye kadar arkadaşlık mafyada mümkün müdür?
Gerçek yaşamdan alınan filmin konusunu kısaca özetlersek; gençlik yıllarından bu yana uzun, kanlı ve başarılı bir kariyer sahibi Charly(Jean Reno), kendi ahlaki değerleri nedeniyle çocukluk arkadaşı olan diğer mafya üyelerinden ayrılmıştır. Üç yıl boyunca eşi ve iki çocuğuyla sakin bir yaşam süren Charly, bir sabah aracından inerken silahlı ve maskeli sekiz kişinin saldırısına uğrayarak vücuduna 22 kurşun sıkılıp ölüme terk edilir. Ancak hayatta kalmayı başarır ve onu öldürmeye cesaret edebilecek kişiyi aramaya başlar. Bu arayışta mafyanın kendi iç işleyişi, gizli kuralları ve acımasızlığı da gözler önüne serilmekte. Bir kez kan dökülünce bunun devamının geleceği de vurgulanmakta.
Mafyanın ahlaki değerleri kime zarar verir?
Filmin önemli mesajlarından biri de; mafyaya giren bir kişinin istese de bu alemden artık çıkamayacağını, geçmişin onu bulup hesaplaşacağı şeklinde. Bir başka önemli mesaj ise etik değerleri diğer mafyanın kurallarına uymayanların da cezalandırılacağı mesajıdır. Filmde Charly uyuşturucu ve kadın ticareti konularına karşı çıktığı için diğer mafya yapılarıyla çatışmak zorunda kalmakta. Bu durum ise başlıktaki soruyu bize sorduruyor: Mafyanın ahlaki değerleri kime zarar verir?
Filmde zaman zaman bizim Malkoçoğlu, Tarkan filmlerindeki gibi kahramanın abartılı güç gösterilerine de tanık oluyoruz. Ancak aksiyon severler için izlemesi keyifli bir film. Ama aksiyon-gerilim tarzı filmlerden hoşlanmıyorsanız sıkılabilirsiniz. Özetle Luc Besson’un yaratıcılığı ve Jean Reno’nun oyunculuğunu seviyorsanız bu filmi de seversiniz. İyi seyirler...
Erdem Özkara
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Sayı:41, Aralık 2010.
DOKUZ YÜZ KATLI İNSAN. Tasavvuf ve Benötesi Psikolojisi
(Transpersonal Psikoloji)
Yazan: Dr. Mustafa Merter. Kaknüs Yayınları. 8. baskı.
Yazar Mustafa Merter Kimdir?
Kuşkusuz psikoloji ve insanın ruhsal yapısının derinlikleriyle ilgili böyle bir kitabı kimin yazdığı, dahası bu konudaki yetkinliği çok önemlidir. Yazar Mustafa Merter bir tıp doktoru, uzmanlığı ise Psikiyatri. Yani bu konuyla hobi düzeyinde ilgilenmiyor, yaralı ruhları tedavi etmek ve insan ruhunun yapısını öğrenmek onun mesleğini oluşturuyor zaten.
Eğitimini İsviçre’de gören ve uzun süre burada çalışıp, modern psikolojibiliminin yanı sıra uzak doğu akımlarıyla da (meditasyon ve yoga gibi) ilgilenerek sonunda tasavvufu bir yaşam biçimi olarak benimsemiş Psikiyatr Dr. Mustafa Merter, bu kitapta adeta insan ruhunun yol haritasını çiziyor. Haritayı elimize alıp Freud, Jung, Maslow gibi psikolojibiliminin önde gelen kuramcılarıyla Charles Tart, Ken Wilber gibi farklı bilinç hâlleri ve hâl psikolojisinde yepyeni ufuklar açan son dönem düşünürlerin fikirleri arasında özgürce dolaşıyoruz. Ancak itiraf edeyim bu yolculuk sırasında endişe ve korku da duyuyorsunuz. Nasıl bir yapı var içimizde ve bu yolculuğun sonu nereye varacak? sorularının yanıtından korkmaya başlıyorsunuz. Bizim için şimdiye kadar çok önemli olan kavramlar birden anlamını yitirmeye başlıyor, acaba bu yolculukta kaybolur muyum endişesi de beliriyor zamanla. Yazarın amacı Benötesi Psikolojisi olarak adlandırılan bu zorlu yolculukta, hayata sadece çok az sayıda gelmiş olan ileri olgunluk ve zeka düzeyindeki (İnsan-ı Kamil) kişilerin öğretileriyle kaybolmadan bizi insanın derinliklerine götürmek. Evet insanın derinliklerine gidişte rehberler var ama dönüş size kalmış! Çünkü dönüşün bir yol haritası yok ve dahası geri dönmek isteyen var mı bilinmiyor…
Benötesi Psikolojisi insanı nereye götürür?
İnsan ruhunun derinliklerine inen Batı ekolünden Freud, Wilber, Maslow, Jung başta olmak üzere bizim değerlerimizden de Mevlânâ ile Muhyiddin İbn Arabi olmak üzere tasavvuf büyükleri ve bu alanda kutsal kitaplarda işaret edilen bölümleri okudukça fark etmeden geçtiğimiz çok önemli yolların bize ne kadar önemli mesajlar verdiğini anlıyoruz. Kitapta rüyaların da ne kadar önemli olduğunu ve nelere yol gösterdiğini de anlıyoruz. Rüyalar acaba içimizde hapsettiğimiz ve çoğunlukla görmezden geldiğimiz o muhteşem ‘ben’in sessiz çığlıkları mıdır? Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende benden içeri” sözüyle anlattığı yapı acaba nasıldır ve bizim bu dünyadaki yaşantımızı nasıl etkiler? Peki ya bu benin de ötesi var mıdır? Belki de asıl yanıtlanması gereken ve yanıtlandığında şu anki bütün sorularımızı anlamsız tek soru budur!
Neden Dokuz Yüz katlı insan?
Kitabı okudukça insan ruhunun kat kat derinliklerine inmeye başlıyorsunuz. Her kattan ayrıldığınızda dervişlerin deyişiyle“size bir haller oluyor”. Uzun süre aynı katta kaldığınızda ise sıkılıyorsunuz buna da depresyon diyoruz. Peki dokuz yüz kat nereden çıkmış derseniz, buna ben yanıt veremem ama Mevlana’nın bize söyleyeceği bir şeyler vardır:
“Aziz dost! Sen, tek bir kişi değilsin; sen bir âlemsin!
Sen derin ve çok büyük bir denizsin. Ey insan-ı kamil!
O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir.
Yüzlerce âlem, o denizde gark olup gitmiştir!
Zaten bu dünya ne uyanıklık ne de uyku yeridir!” (Mesnevi, cilt 3-4, s.94.)
Kitaptan bazı alıntıları paylaşmak isterim:
-Nevroz; insanın yaratıcı kendiliğini yaşamasına imkan veren bireysel benliğiyle teması kaybetmesidir. s.54
-Hal: Bir üst kata kısa bir bakış, şimşek çakması… s. 58.
-Kendini gerçekleştiren insan yeni şleyler(özellikler) kazanmıyor, yalnızca kaybettiklerine ve fark etmediklerine kavuşuyor. s.60
-Meditasyon ve alkol alt ve orta bilinçdışıyla teması sağlar. s.96-98.
Sonuç olarak, benliğin derinliklerine inmeye ve burada göreceklerinizle yüzleşmeye cesaretiniz varsa bu alanda okuduklarınıza mutlaka bu kitabı da eklemenizi öneririm.
Erdem Özkara
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Sayı:42, Nisan 2011.
Biutiful – Beautiful (Güzel)
Yönetmen: Alejandro González Inárritu
Oyuncular: Javier Bardem , Blanca Portillo , Martina García , Rubén Ochandiano , Eduard Fernández
Yapım: 2010 ~ ABD, İspanya, Meksika
Tür: Dram
Senaryo: Alejandro González Inárritu , Nicolás Giacobone , Armando Bo
Görüntü Yönetmeni: Rodrigo Prieto, Gustavo Santaolalla
Yönetmen Inarritu’dan “Paramparça aşklar ve köpekler” ile “21 gram” ve “Babil” filmlerinin ardından yine sürükleyici bir film. İnsanın doğasını yakından irdeleyen ve karizmatik başrol oyuncusunun (Javier Bardem) etkileyici performansıyla bu oldukça uzun (2 saat 18 dk) filmi de sıkılmadan izliyorsunuz.
“Suçluyu kazıyın altından insan çıkar” Sartre
Barcelona’nın varoşlarında geçen hikayede, Uxbal (Javier Bardem), kanuna aykırı işleri yüzünden başı polisle derde giren bir adamdır. Ama Sartre’ın başlıktaki o muhteşem sözünü kanıtlar gibidir filmin öyküsü. Uxbal, zorunlu olarak yaptığı yasadışı işlerle para kazanmaya çalışan sorunlu biridir ama sadık ve duyarlı bir babadır aynı zamanda. Bağımlı ve hasta olan eski karısının sorumsuzluklarına ve acımasız dünyanın etkilerine karşı çocuklarını korumaktan başka da bir amacı yoktur aslında.
Eğitimsizlik ve mesleksizlik ömür boyu mutsuzluğun nedeni olabilir mi?
Aile bağlarının önemini vurgulayan bu filmde, baba olmayı, sevgiyi, suçu, pişmanlığı ve ölümlülüğü, Barcelona’nın tehlikeli yer altı dünyasında dengelemeye çalışan Uxbal’ın hikayesini izleyeceksiniz. Parasını kazanmak için kuralları ihlal etse de, içindeki sevgi onu hep kısıtlıyor, çocukları için yaptığı fedakarlıklarda ise hiçbir sınır tanımıyor. Birçok cephede verdiği mücadele de öldürücü darbe ise yine kendisinden geliyor ve sağlığı onu yarı yolda bırakıyor. Yoksulluk, acılar, aldatma, ölüm ve hastalık temalarıyla işlenen ve eski Türk filmi tadında bu filmi izlerken zaman zaman gözyaşlarınızı tutamayacaksınız. Özellikle filmin sonu bir hayli etkileyici. Yönetmen Inarritu’nun ölülerle ilgili yorumu her ne kadar Night Shyamalan’dan(Altıncı His) esintiler içerse de izleyenleri çarpacak nitelikte. Filmin sonunda aile bağlarının, kişilikli olmanın ve dostluğun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha fark ediyoruz. Bir gözlemimi de belirtmeden geçemeyeceğim; filmin geçtiği İspanya’nın varoşları, bizdekinden pek farklı değil gerçekten. İnsan ister istemez burası Avrupa Birliğinin üyesi ise bizim ülkemizin eksiği nedir diye merak ediyor doğrusu…
Erdem Özkara
ZORAKİ KRAL-THE KING’S SPEECH
Yönetmen: Tom Hooper
Tür: Biyografi, Dram, Psikolojik, Tarih
Senaryo: David Seidler
Oyuncular: Geoffrey Rush, Helena Bonham Carter, Colin Firth, Derek Jacobi
Görüntü: Alexandre Desplat
Yapım: 2010 ~ Avustralya, İngiltere
Bu yılki Oscar töreninden dört ödülle(En iyi film, en iyi erkek oyuncu, en iyi senaryo ve en iyi yönetmen) dönen The King’s Speech-Zoraki Kral, izlemesi oldukça keyifli bir film. Aslında Psikolojik-drama türünde seyirci filmin yavaşlığından sıkılabilir ama bu senaryoda yardımcı oyuncuların (Özellikle çılgın konuşma terapisti-Geoffrey Rush) sıra dışı hareketleri filmi keyifle izlenir hale getirmiş. Tabii Colin Firth hayranı iseniz burada bir kez daha çarpılıyorsunuz, özellikle telafuz ve mimiklerini, kraliyet soyundan gelse de kekemeliğin getirdikleri karşısında ne kadar çaresiz olduğunu oldukça iyi yansıtmış.
Sevdiğiniz kadın için nelerden vazgeçebilirsiniz?
Film, dul bir kadın olan sevgilisi için tahtını bırakan Edward'ın ardından VI. George olarak tahta çıkan İngiltere kralını anlatıyor. Burada derin kraliyet kurallarını görüyoruz, dul bir kadınla birlikte yaşamak bir kral için kabul edilemez olunca kral adayı Edward tercihini tereddüt etmeden yapıyor. Vazgeçilen İngiltere Krallığı olunca, acaba bugün böyle bir ikilemde kaç kişi bunu seçer merak ediyorum. Ağabeyinin özel durumu nedeniyle çekilmesinin ardından yeni Kral(Colin Firth) tahta çıktığında ülkesi savaşa girmek üzeredir ama yeni kralın bir başka savaşı daha vardır: Konuşma güçlüğü yani kekemelik. Kraliyet ailesine yakın bir çok hekimin verdiği tedavi işe yaramayınca çareyi alternatif tıpta arar. Bu noktada Albert'i halkına ve Kraliyet makamına hazırlamak için Avustralyalı, 'çılgın' konuşma terapisti Lionel Logue devreye girer.
Bilge, kraldan üstündür!
Avustralya kökenli bu sıra dışı terapist kendi çocuklarının kekemeliğini yenmek için geliştirdiği yöntemlerle bir çok kişiyi sağlığına kavuşturmuş olmanın verdiği kendine güvenle normal bir hasta gibi davranma koşuluyla kralı tedavi edebileceğini ilk şart olarak bildirince, ipler kopar. Çünkü karşısındaki kraldır ve bunu kendine yakıştıramayan kral tedaviyi terk eder. Ama halkının önünde konuşmak gibi asli bir görevi bir türlü yerine getiremeyen kral sonunda bilginin, bilgeliğin önünde saygıyla eğilerek terapistine teslim olur ve tedaviye başlar. Filmde asillerle sade halkın arasındaki duvarları net biçimde görebiliyoruz. Ama benim en çok hoşuma giden çılgın konuşma terapistinin hiç kimse için ilkelerinden ödün vermemesi ve bir krala bile bunu kabul ettirmesi oldu. Sonuç olarak; bilginin, asaletten(Bu nereden kaynaklanıyorsa veya nasıl ediniliyorsa?) daha saygın olduğu mesajını veren bu filmi benim gibi kraliyet soyundan gelmemiş olanlar için öneririm. Bir de tabii ülkemizde buna benzer (Padişahlık gibi) sınıf ayrımını kaldıran Atatürk’e bir kez daha minnet duyacağınıza inanıyorum filmi izlerken… Keyifli seyirler diliyorum.
Erdem Özkara
Arpa boyu. Dokuz Eylül Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Bülteni. Sayı:43, Temmuz 2011.
BİZ OKUDUK
SERENAD
Yazan: Zülfü Livaneli. Doğan Kitap, 1. baskı, Mart 2011.
Ülkemizin sevilen sanatçısı, şarkılarıyla gönlümüzde yer tutmuş Zülfü Livaneli, bu kez yazar olarak önemli bir yapıtıyla karşımızda. Romanları 30 dilde yayınlanmış Zülfü Livaneli, hayatın getirdiklerini edebi bir dille ve kişiliğinin yansıması olan zarafetiyle yorumladığı için yazdıklarının ayrı bir lezzeti vardır okuyucular için. Daha önce Arpaboyu’na Sevdalım Hayat kitabıyla konuk olan yazar Livaneli yine şiir tadında bir romanla aramıza döndü.
Kırık Bir Aşkın Hikayesi!
Serenad, 1939’da Nazi zulmünden kaçıp ülkemize sığınan bir Alman bilim adamının(Prof. Maximilian Wagner) kavuşamadığı Yahudi sevgilisi Nadia ile olan ölümsüz aşkının hikayesi aslında. İki aşık Almanya’da karşılaşınca dönemin ırkçı eğilimleriyle orada kalamayacaklarını anlarlar ve kaçmaya karar verirler. İşte Almanya’da başlayıp Karadeniz açıklarında başka bir boyuta geçen bu büyük aşk ve onun bir ömür süren yansımaları aktarılıyor kitapta. Yalnızca Nazi-Yahudi düzleminde değil birçok ırkçı yaklaşımın yol açtığı trajedilere de değiniliyor romanda. Ülkemizin tarihinde önemli yeri olan Kafkas Türklerinin, Ermenilerin göçüne de değinilerek, devletlerin kendi egemenliklerinin sürmesi için verdikleri kararlarla, insanların yaşamlarını nasıl etkiledikleri gözler önüne serilmekte. Romanın kahramanı 36 yaşındaki Maya Duran’ın aile öyküsü ise 87 yaşındaki Profesörünkini(Maximilian Wagner) aratmayacak nitelikte. Bu ikilinin yolları bir konferans nedeniyle kesişince tarihin acı izleri, dramı karşılarına çıkıyor. Özellikle Profesörün gözlemleri çok çarpıcı biçimde aktarılıyor. “İyi insanlar iktidara gelemez, gelse bile iktidar onu bozar, zalim yapar.”
“İlyas-ı Habır bitti/ Anasından doğru kabre gitti.”
Kitapta mezar taşına mutlu olduğu gün sayısını yazdıranları anlatan ve nasıl daha iyi yaşanabileceğine ilişkin çok güzel bir öykü de var. Benim gibi bu konuya ilgili biriyseniz buna bayılacaksınız.
Coğrafya kaderdir.
Çevremizdeki kişilerin, ülkelerin kısaca yaşadığımız coğrafyanın yaşantımızı etkileyen en önemli ögelerden biri olduğunu İbn_i Haldun’un o muhteşem sözüyle anlıyorsunuz bir kez daha: “Coğrafya Kaderdir.” Düşünsenize ülkemizin bir İskandinav ülkesi olduğunu, acaba hayatlarımız nasıl olurdu? Tabii bu kader sadece bize özgü değil bugün gıpta ile baktığımız birçok ülkenin de(Örneğin Almanya) geçmişinde acı deneyimler yer almakta. Belki de hem coğrafya hem zamanlama bu konuda etkilidir.
Aşkını ifade edebilmek için ona bir serenad yazan bir 20. yüzyıl beyefendisini okuyunca günümüzde pek rastlanmayıp hatta yadırganan bu şık davranışa o zamanlar birçok kez tanık olunduğunu görünce “Zamanın ruhu” denen kavramı daha iyi anlıyoruz…
Firdevsi’nin dediği gibi; “Söylenecek bütün sözler söylenmiştir, önemli olan güzel söylemektir.” Böylesine dramatik bir öyküyü edebiyatın ve kendi zarif kişiliğinin harmanıyla yoğurarak keyifle okunan ve birçok bilgiyi de bize ulaştıran “güzel” bir roman yazdığı için Zülfü Livaneli’ye teşekkürler.
Ve son söz: Hayat gelip geçici, her şeyin olduğu gibi ömrün de sonu var. Ancak hikayesi anlatılan insanlar var olurlar…
BİZ İZLEDİK.
KAYBEDENLER KULÜBÜ
Yönetmen: Tolga Örnek
Oyuncular: Nejat İşler (Kaan) , Yiğit Özşener (Mete) , İdil Fırat , Rıza Kocaoğlu , Ahu Türkpençe , Serra Yılmaz.
Yapım: 2010, Türkiye , 110 dk.
Oyuncu seçimleri ve akıcı senaryosuyla, belli klişe sözleri iyi kullanmasıyla keyifle izlenen bir film Kaybedenler Kulübü. Özellikle Nejat İşler ve Yiğit Özşener’in performansları, rahat tavırları daha da izlenir kılıyor filmi.
Para özgürlüğümüzü kaybettirir!
Filmin adına uygun biçimde bu dünya düzenine uyum sağlayamamış(!) gibi görünen, farklı değerler sistemiyle yaşamaya çalışan iki arkadaşın yaptıkları radyo programında verdikleri içten, sıra dışı mesajlar kısa zamanda dinleyicilerin ilgisini çeker, tabii ratingleri de. Böylece paranın gücü ile karşılaşan ikili, ücretsiz, zevkine yaptıkları program için kendilerine teklif edilen parayı kabul etmezler. Gerekçeleri de para alırlarsa özgürlüklerinin kısıtlanacağını düşünmeleridir. Oysa sonunda ikisi de para kazanmak için radyo dışında yaptıkları diğer işlere yönelip hayatlarını sürdürecektir. Peki, bu bir çelişki değil midir? Özlü sözlerle sistemi eleştirip hatta reddedip sonunda aynı sistemin parçası olmak, kolaycılık değil midir? Bir de sisteme muhalefet eden ama oldukça da iyi koşullarda, sıra dışı yaşayan bu ikilinin neyi kaybettiklerini tam anlayamadım doğrusu. Acaba kaybeden (Loser) gibi görünerek, çevrenin şefkati ve ilgisini daha mı kolay çekiyoruz? Bunlar senaryoya ilişkin eleştiriler ancak film hem çekim kalitesi hem de akıcı üslubuyla keyifle izleniyor. Özellikle altıkırkbeş yayınevinin sahibi Kaan’ın içinden geldiği gibi hayatı yorumlamaya çalışması izleyenlerin beğenisini kazanacaktır diye düşünüyorum.
Bazı küçük aksaklıklar dışında film, mesajını oldukça sade bir şekilde anlatmakta. Bir dönemin efsane radyo programını yapan iki adamın(Kaan ve Mete) hayatından kesitler ile İstanbul’u mükemmel bir set olarak kullanarak, oyunculukların gerçekten izlenmeye değer olduğu ve iki programcının hikayelerinin ekseninde radyo severlerin hatıralarına dokunan güzel bir film olmuş. Filmde Issız Adam geleneğine uygun olarak güzel eski Türk Hafif Müziği şarkılara da göndermeler var, özellikle 35 yaş üzerindeki izleyicileri bu şarkılar yakalayacaktır diye düşünüyorum. Asu Maralman’ın “Sigaramın Dumanı” şarkısını uzun bir aradan sonra hatırlamak hoştu doğrusu. Sonuç olarak oyuncuları beğeniyor ve kafanızı dinlemek istiyorsanız, mesajlarına çok takılmadan bu filmi keyifle izleyebilirsiniz…
Erdem ÖZKARA
Arpaboyu Dergisi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi, 44. sayı, Eylül 2011.
BİZ İZLEDİK
İNCİR REÇELİ
Yönetmen: Aytaç Ağırlar
Tür: Dram, Romantik.
Senaryo: Aytaç Ağırlar
Oyuncular: H.Sezai Paracıkoğlu, Melike Güner, Sinan Çalışkanoğlu, Mustafa Uzunyılmaz, Hasan Yalnızoğlu, Nevin Efe…
Yapım: 2010 ~ Türkiye.
Bizim gibi olmayanlara karşı ne kadar da hoşgörülüyüz!!!
Bazı filmler vardır, önyargılarınızı silkeler, yerle bir eder. Bu film de onlardan biri.
Bu filmde hayatını televizyon kanallarına senaryo yazarak kazanan genç bir yazar(Sezai Paracıkoğlu) ile onun hayatına ansızın giren gizemli genç kadının(Melike Güner) sıra dışı öyküsünü bulacaksınız. Kadının tuhaf davranışları, saklamaya çalıştığı sırrından kaynaklanmaktadır aslında. Her insanın başına gelebilecek bir şey onun da başına gelmiştir. Ama önyargılar ve toplumun dışlama alışkanlığı acımasızca devreye girerek zaten sıkıntıya düşmüş genç kadının hayatını daha da güçleştirmiştir. Genç yazarımız ise aniden karşısına çıkan ve hayatını değiştirmeye başlayan bu misafiri önce yadırgayıp sonra sevmeye başlar ama tuhaf bir şeyler olduğunun da farkındadır. Genç kadın ona incir reçelinin ne kadar güzel olduğunu anlatır ara ara, oysa adam bu reçeli sevmiyordur. Bir gün adam aniden karşısına çıkıp aniden kaybolan bu kadını izler ve ona ait bir ipucu bulur. Adamın ulaştığı bu bilgi onu derinden sarsar. Çünkü kadının babasını ve onun ölümcül hastalığını öğrenmiştir!
“Nefes alan hiç bir şeyi sevmeme izin vermediler. Ben de incir reçelini sevdim.”
İşte bundan sonra adamın kafasındaki önyargılar girer devreye ve zaten hasta olan kadını bir de suçlayarak iyice yaralar… Tabii bir kez daha incinen genç kadın da geldiği gibi kaçıp gider hayatından, onu önyargıları ve acımasızlığıyla dahası yalnızlığıyla bırakarak… Peki bu öykünün incir reçeli ile ne ilgisi var derseniz. Hasta olan genç kadının sözleri anlatıyor her şeyi: “Nefes alan hiç bir şeyi sevmeme izin vermediler. Ben de incir reçelini sevdim. İncir reçeli sendin aşkım.” Aslında ben de sevmezdim incir reçelini ama bu filmden sonra yemeye karar verdim… Duyguları ve önyargıları tüm sıcaklığıyla aktaran bu filmi izlemenizi öneririm. Filmin verdiği sosyal mesaj ve önemli bir hastalığa yaklaşımdaki hatalarımızı göstermesi de ayrı bir izleme nedeni. Sonra bakın bakalım sizin hayatınızda “incir reçeli” var mı?
Erdem Özkara
Arpaboyu Dergisi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi, 44. sayı, Eylül 2011.
BİZ OKUDUK
HAVA KURŞUN GİBİ AĞIR- Nazım Hikmet’in Romanı
Yazan: Hıfzı Topuz. Remzi Kitabevi, 7. baskı, Temmuz 2011.
Nazım Hikmet, adı dünyada bilinen bir şairimiz. Özellikle Türkçeye hakimiyeti ve şiirlerini Türkçe yazması nedeniyle bizler O’nun şiirlerini daha iyi anlayabiliyoruz. Yazdığı tarih ve biyografi kitaplarıyla(Gazi ve Fikriye, Meyyale, Abdülmecit,…) tanıdığımız Hıfzı Topuz bu kez kendi anıları ve penceresinden anlatıyor ‘mavi gözlü dev’ in yaşamını. Sade bir dille ve anılarla süslenmiş olan bu romanı bir solukta okuyacağınıza inanıyorum. Her ne kadar Nazım’ın yaşamı defalarca kaleme alınmış ve bilinen bir şey olsa da, farklı bir bakış açısından ve sıcak anılarla aktarılması nedeniyle kitap keyifle okunuyor. Özellikle kitabın sonunda yer alan indeks tekrardan bazı yerleri bulmak için son derece yararlı. Yine teşekkür kısmında yararlanılan kaynakların belirtilmesi de yerinde olmuş. Aslında tüm kitaplarda kaynakça ve indeks olmalı, böylece okuyucular bilgilerin doğruluğunu kolayca kontrol etme şansı bulabilir. Romana dönersek; Nazım gibi bir yeteneğin ve uluslar arası bir şöhretin, ülkemizde yaşadıkları ve savunduğu değerleri her yerde söylemesi nedeniyle başına gelenler sade bir şekilde anlatılmış. Şiiri ve Nazım’ı seviyorsanız farklı anlatımıyla bu kitabı da çok seveceksiniz…
Nazım ve Kadınları…
O’nun ülkemizin çeşitli hapishanelerinde geçen on yılı aşan hapislik döneminde çektikleri ve bu dönemde yaşamındaki kadınlarla olan ilişkileri gözler önüne serilmiş. Kadınların çok beğendiği şiirleri yazan ve onları çok iyi anlatan bu şairimizin kadınlardan ilham alarak bazen de kızarak yazdığı şiirlerin öyküsü de var kitapta. Nazım, yalnızca şiir konusunda değil evlilik konusunda da bir hayli üretken ve cesur. Moskova’da evlendiği ilk eşi Nüzhet ile başlayan bu liste Lena, Münevver, Piraye, Galina, Vera şeklinde sürüyor. Tabii arada evlenmeden yaşadığı ilişkiler de var. Aslında bu tablo şairimizin neden beslendiğini ve hayatında kadının yerinin ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Tabii bu kadar sık değişmesinin nedenini anlamak kolay değil. Sanırım bunu anlayabilmek için O’nun gibi hissedip, O’nun gibi şiirler yazabilen bir ruh gerekiyor…
Alçakgönüllülük konusunda bir ders!
Ülkemizde edebiyat alanında yeteneğini keşfedip desteklediği birçok isimden biri olan Orhan Kemal için yıllar sonra sürgünde söyledikleri ise ibret verici ve Nazım’ın büyüklüğünü gösterir nitelikte. Orhan Kemal Paris’e giden bir dostuna “Nazım’ı görürsen kendisine sevgilerimi ilet. Bursa Cezaevi’nde Nazım’ı tanımasaydım Orhan Kemal olamazdım. Her şeyimi ona borçluyum. Onu asla unutmadım” demişti. Bu sözleri duyan Nazım ise gülümseyerek; “O’nun büyük yetenekleri vardı, ben o yeteneklerinin kullanılmasına yardım ettim… Ona yol göstermeye çalıştım. Beni kırmadı ve kendini yetiştirdi.” demiş. Bunları söyleyebilecek kadar alçakgönüllü olan Nazım’ın yeteneği ise çok etkileyici. Daha 15 yaşındayken yazdığı şiirde bile bu yetenek hemen göze çarpmakta, ruhunun ne kadar derin hissettiği anlaşılmaktaydı:
“Bir inilti duydum serviliklerde
Dedim; burada da ağlayan var mı?
Yoksa tek başına bu kuytu yerde,
Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?
Gözlere inerken siyah örtüler
Umardım ki, artık ölenler güler
Yoksa hayatında sevmiş ölüler
Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?”
Sürgün yılları ve hasret
Türkiye’de on yılı aşan hapislikten kurtulduğunda bu kez askere alınacağını ve arkasından başka şeylerle de rahat bırakılmayacağını anlayan Nazım 17 Haziran 1951’de Pazar günü bir dostunun(Gazeteci Refik Erduran’ın) yardımıyla Karadeniz’e açılarak Köstence’ye ulaşmıştı. Yaşamının son 12 yılını sürgün olarak yurtdışında geçirmiş ve bu dönemde dünya çapında organizasyonların şeref konuğu olarak birçok ülkeye gitmişti. Ama bir yere gidemiyordu ve orada en çok görmek istediği, çok sevdiği insanlar vardı. Hele eşi Münevver ve özellikle oğlu Mehmet’i çok özlüyordu. Kaçışından iki yol sonra Mehmet için yazdığı şiir evlat hasreti kokuyordu:
“Bir yandan cellatlar girdi araya,
bir yandan oyun etti bana
Bu mendebur yürek,
Nâsip olmayacak Memed’im, yavrum,
Seni bir daha görmek.”
Elveda Dünya
Moskova’da kendisine yeni bir yaşam kuran ve son aşkı Vera ile evlenen Nazım 1960’lı yıllara ulaştığında hem hasta olan kalbi hem de yıllardır hapislerde çektiği sıkıntıların izleriyle daha fazla yaşayamayacağını hissetmişti. Artık ölüyordu. En büyük korkularından biri ise ölümün aniden olmasıydı. O ölümün yavaş yavaş olmasını kendisi ve çevresine buna alışmak ve son hazırlıklar için zaman vermesini diliyordu. Bir gün Vera’ya şöyle dedi: “Ölümüm kanserden, zatürreden, ne bileyim neden olursa olsun ama yavaş olsun isterim… Ani ölüm korkunç bir ihanet gibi geliyor. Sırtından hançerlenmek gibi bir şey anlıyor musun?”
Takvimlerin 3 Haziran 1963’ü gösterdiği günün sabahında, Nazım yatağından kalkıp kapıcının bıraktığı gazeteyi almak için kapıyı açarken o korktuğu şey başına geldi, kalbi artık onu taşıyamadı ve kapının önüne yığıldı. Biraz sonra uyanan Vera, Nazım’a seslendi onu banyoda, diğer odalarda aradı, bulamayınca kapıya yöneldi, Nazım’ı yere yığılmış vaziyette buldu ama O, artık gitmişti… Cenaze telaşından sonra Nazım’ın pasaportunda kendisine yazdığı son şiiri buldu Vera ve hıçkırıklara boğuldu…
VERA’YA
Gelsene dedi bana,
Kalsana dedi bana,
Gülsene dedi bana,
Ölsene dedi bana,
Geldim,
Kaldım,
Güldüm,
Öldüm.
Erdem Özkara